361
EYLÜL-EKİM 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA

Yayın Tanıtma: Modern ve Sürgün

Esra Akcan, University of Illinois at Chicago

Bernd Nicolai, 2011, Modern ve Sürgün: Almanca Konuşulan Ülkelerin Mimarları Türkiye’de 1925-1955, (çev.) Yüksel Pöğün Zander, Mimarlar Odası Yayınları, Ankara; 342 sayfa.

Bernd Nicolai’ın 1998 yılında Almanca basılan Moderne und Exil kitabı, Mimarlar Odası Yayınları tarafından Yüksel Pöğün Zander’in çevirisiyle en nihayet Türkçe’ye kazandırıldı. Kitap ilk basıldığında erken Cumhuriyet dönemi Türkiye mimarlığı konusunda Almanya, Avusturya ve İsviçre’deki arşiv belgelerini kullanarak yazılmış tek kitap olma özelliğini taşıyordu. Nicolai’ın sunduğu belgelerle ortaya çıkardığı gibi, Türkiye mimarlığı konusunda bilinmeyen birçok proje ve inşa edilmiş binaları anlamlandırmamızı sağlayan çoğu bilgi, Orta Avrupa arşivlerinde gizliydi. Kitap, Türkiye mimarlığı tarihi açısından bir ilk olduğu kadar, Almanya mimarlık tarihi için de önemli bir açığı kapatıyordu. Nasyonal Sosyalist rejimin 1933’te yükselmesiyle Almanya dışına göç etmek durumunda kalmış mimarlardan Mies van der Rohe, Walter Gropius gibi Amerika Birleşik Devletleri’ne gidenlerin mimari kariyerleri hakkında gerek İngilizce gerek Almanca sayısız yayın varken, Türkiye gibi “Doğu” ülkelerinde yaşamış olanların bu tecrübeleri konusunda monografların sonuna eklenen birkaç kısa cümle ve ufak tefek resim dışında pek bir bilgi bulunmuyordu. Modern ve Sürgün, bölümlerini teker teker bu mimarların Türkiye’de geçirdiği yıllara adıyor. Kitap, sırasıyla Robert Oerley, Ernst Egli, Clemens Holzmeister, Hermann Jansen, Martin Elsaesser, Martin Wagner, Hans Poelzig, Bruno Taut, Margarete Schütte-Lihotzky, Wilhelm Schütte, Robert Vorhoelzer ve Paul Bonatz için ayrılan bölümlerle kurgulanıyor. Nicolai bu bölümleri birarada tutan çerçeveyi ise “sürgün” kavramı olarak kuramlaştırıp, “Giriş” bölümünde kitabını modern mimarlığın sürgün tarihine bir katkı olarak öne çıkarıyor.

Kitabın sayfalarında okuyucu Türkiye mimarlık tarihi açısından çok sayıda detaylı bilgi, proje ve ilginç anektod bulacaktır: Egli’nin Türkiye’de tasarladığı kurumsal binaların geniş bir seçkisi; Holzmeister’ın Ankara Hükümet Merkezi’ni tasarlama süreci; bu bölge için Holzmeister ve Jansen vizyonlarının farkı ve ikisi arasında tasarım süreci boyunca geçen sürtüşmeler; Jansen’in Ankara’nın sadece imar plancısı değil, kitle özelliklerini de belirleyen mimarı olma girişimleri ve bunun uzantısında Tren Garı, Stadyum ve Gençlik Parkı için yaptığı ön tasarımlar; Elsaesser’in Sümerbank’ı, Ankara Şehir Mezarlığı için ürettiği tasarımların çeşitli evreleri ve Üniversite Hastanesi, TBMM Yarışması gibi uygulanmamış ya da görülmemiş projelerinin detaylı dökümü; Wagner’in Alman arkadaşlarına yazdığı mektuplarda ortaya çıkan iç dünyası, Taut ve Seyfi Arkan gibi mimarların pratiğine ışık tutan bilgiler ve bu mimarlar hakkında düşündükleri; Taut’un Akademi’de yaşadığı sıkıntıların detayları, uygulanmamış Türkiye projeleri; Max Taut’un (Bruno’nun kardeşi) Nasyonel Sosyalistlere olan sempatisini gözlemleyen Ernst Reuter’ın bu konuda söyledikleri; Taut’un ani ölümünden sonra yarım kalan binalarını bitirecek halefinin seçilme süreci; Schütte’lerin politik maceraları, Schütte-Lihotzky’nin Kız Lisesi’ne ek bina için yaptığı projenin detayları; TBMM ve Anıtkabir yarışma projelerinin dökümü; Bonatz’ın Türkiye günlüğü ve bu sayfalarda ortaya çıkan politik, özel ve profesyonel hayatı; Bonatz’ın Nazi karşıtı Alman göçmenlerini korumaktan kaçınması, ama savaştan sonra eski Nazi mimar arkadaşlarını zan altından kurtarmak için Türkiye’ye çağrılmalarına önayak olma isteği; Nazilerin muhbir olarak Türkiye’de görevlendirdiği mimarlar; sürgün mimarların sürgünlüğe iten koşullar değiştiğinde geri dönüş hakkında duydukları ikilemler bunlardan sadece birkaçı.

Modern ve Sürgün daha çok devlet eliyle yapılmış kurumsal yapıları tartışıyor, konut ve toplu konut alanındaki oluşumları ikinci plana itiyor. Kitabın en önemli yorumlarından bir tanesi, Kemalizmin kurumsal yapılarda iki türlü sembolleştirildiğini savunması. Örneğin, bir yanda ilericilik, özgürlük, kadın hakları gibi değerleri modernist mimari dille temsil eden Eric Mendelsohn etkisindeki Egli tarafından tasarlanan okul ve üniversite yapıları; diğer yanda otoriter devletin gücünü savaş arası Avusturya mimarisinin geleneksel diliyle temsil eden Holzmeister’in hükümet yapıları arasındaki fark bu bağlamda öne çıkarılıyor. Nicolai sık sık siyasi gündemden bahsetse de, binaları yorumlama yöntemi geleneksel sanat tarihinin biçimsel kategorileri olmuş. Türkiye’deki yapılar Mendelsohn, Le Corbusier, Mies, Behrens’in Avrupa’da tasarladığı yapılara benzetilerek, bunları “esin kaynağı” olarak göstererek tartışılıyor. Bunun yanında, Türkiye’de etkin olmuş mimarların Almanya’daki Nasyonel Sosyalist mimarlığa, İtalya’daki Faşist mimarlığa benzeyen biçimsel seçimlerinin Atatürk Türkiyesi için ideolojik olarak ne anlama geldiği, bunun bir rastlantı mı, mimarlar ya da işveren devlet tarafından yapılan bilinçli bir seçim mi olduğu türünden sorular, her ne kadar kesin yargılarla cevaplanabilecek türden olmasalar da, daha yoğun tartışmaya değerdi.

Kitabı salt bir arşiv çalışmasının çok ötesine taşıyan ve dünya literatürü ile diyaloğunu arttıran en can alıcı savlarından bir tanesi, sürgün tarihinin modern mimarlık tarihi yazımını da dönüştüreceği. Nicolai, New York Modern Sanatlar Müzesi’nde (MoMA) Henry-Russell Hitchcock ve Philip Johnson tarafından düzenlenen Uluslararası Üslup Sergisi ve Sigfried Giedion’un Space Time and Architecture kitabı gibi mecralar aracılığıyla modern mimarlığın Mies, Gropius ve Le Corbusier’ye indirgenmesini eleştiriyor; bu yolla içindeki çeşitliliğin ve heterojen yapısının unutulduğunu belirtiyor (ss.150-151). Bunun özellikle de ABD’ye göçen Avrupalı mimarların öne çıkarılması ile gerçekleştiğini, oysa Taut, Wagner, Elsaesser, Ernst May gibi aynı derecede önemli mimarları da dahil eden kapsamlı bir sürgün tarihi ile daha katmanlı bir modern mimarlık tanımına ulaşılabileceğini öneriyor.

“Sürgün”, Nicolai için en temel kavram. Taut ve Wagner gibi mimarların Türkiye’ye geldikten sonra mimari pratik ve kuramlarındaki değişimi “sürgün mimarisi” terimleriyle açıklıyor. Mektup ya da otobiyografilerinde sürgünlüklerinden fazla dertlenmeyen mimarları samimi bulmuyor. Örneğin, Hozmeister’in Türkiye deneyimini sürgün yılları değil büyük bir planın parçasıymış gibi anlatmasını, “yaşamındaki yarıkları örtbas etmek” ve “sürgün konusunda derin bir hesaplaşmaya girmeyi reddetmek” olarak betimliyor (s.288). “Sürgün” kavramının bu kadar merkezileştirilmesi ise kaçınılmaz olarak Avrupa tarihinin daha önde tutulmasını beraberinde getiriyor. Dünyayı sürgüne düşen mimarların yaşadıkları perspektiften anlatan bir kitap, ister istemez Türkiye’ye bakarken bile halen Avrupa modernleşmesini anlamayı hedefleyen bir çalışma oluyor. Nicolai, Türkiye mimarlığına içten bir akademik merak ve saygı ile yaklaşıyor, ancak Gideon ve Johnson’dan miras kalan modern mimarlık tanımını sorgularken onu asıl meşgul eden soru, Avrupa modernliğini daha katmanlı okumak gibi duruyor.

Nicolai, Türkiye’de modern mimarlığın Avrupa’daki gibi bir tartışma ortamından doğmadığını birkaç kez tekrarlıyor; geleneksel Avusturya mimarlığı etkisindeki ilk kuşak Sıhhiye binalarının büyük bir heyecanla “yeni” ve “modern” olarak algılanmasını Türkiye’deki mimarlık ortamının naifliğine bağlıyor (s.28); Egli’nin Kız Enstitüsü hakkında “arayı kapatan”, modernizmi Türkiye’ye getiren bina deyimlerini kullanıyor (s.29); Mustafa Kemal’in “büyük İslam uygarlığının kültür birliğinden ayrılarak, kendine özgü Cumhuriyetçi ve Avrupa’ya yönelik bir kültürün inşa edilmesi hedefini”, “çelişkileri açık olan” bir süreç olarak değerlendiriyor (s.38). Eldem’i “Türk Evi”nin sistematik analizine başlaması için Egli’nin “görevlendirdiği”, Türk Evi Semineri ve İkinci Milli olarak anılan dönemin arkasındaki görünmez elin de dolayısıyla Egli olduğunu öneriyor (ss.55-56) (Oysa Eldem’in kendi arşivine baktığımızda, bu ilginin Egli’nin “görevlendirmesinden” çok önce, öğrencilik yıllarında başlamış olduğunu görüyoruz.) Almanca konuşan mimarların Türk mimarlarla etkileşimi ya da Türk mimarların katkısı arka plana itildiği için, modern mimarlığın arkasındaki tek aktörün yabancı mimarlar olduğu izlenimine kapılmamalı okur.

Avrupa modernleşmesi ile Türkiye modernleşmesi arasında elbette fark var, ancak bu farkın adı Avrupa modern mimarlığı özgün ve doğru iken, Türkiye’de olanın bir sapma olduğu terimleriyle mi konmalı, alternatif modernleşme tarihleri, coğrafyalararası etkileşimler olarak mı? Avrupa ve Türkiye modern mimarlığı arasındaki “çevirileri”, hem yabancı hem yerli aktörlerin perspektifinden okuyan ve bunu kuramlaştıran çalışmalara bu temel neden dolayısıyla ihtiyaç var. (Ben de Çeviride Modern Olan kitabını böyle bir kuram üretme ihtiyacı ile yazmıştım, Mimarlık dergisinin yayın tanıtımında ima edildiği gibi arşiv çalışmamı anlaşılması zor olabilecek bir retorik eklemleyerek sunmak için değil). Nicolai de gerek Almanca kitabın “Giriş” bölümünde, gerek Türkçe çeviri için yazdığı yeni önsözde, bu tip araştırmaların gerekliliğine ve kendinden sonra yapılan, kolonyal “transfer” çerçevesini kıran çalışmaların önemine cömertçe değiniyor. Nicolai Türkiye’deki arşivlere elinden geldiğince ulaşmış olsa da, özgün kitabın girişinde bu yolda halen çok şey yapılabileceğine değinmişti. Avrupa arşivlerindeki belgelerin bu kadar zengin olduğunu ortaya çıkararak, kendinden sonra gelen araştırmacıları da yüreklendirmiş, hem Avrupa hem Türkiye arşivlerini birleştiren çalışmalar için yol açmıştır.

Modern ve Sürgün, fotoğrafları ve görsel belgeleri ile de çok önemli bir kaynak. Hem görülmemiş arşiv fotografları, hem 1995 yılında bu kitap için profesyonelce çekilmiş fotoğrafların katkısı çok büyük. Bunlar arasında özel izinler alarak devlet yapılarının içlerine girenler ya da Cumhurbaşkanlığı Köşkü gibi yaklaşılması zor binalara yaklaşanlar kuşkusuz çok önemli kaynaklar sunuyor.

Özetle, Modern ve Sürgün erken Cumhuriyet dönemi mimarlığı hakkında yazılan en önemli üç dört kitaptan biri ve araştırmacılar için yeni ufuklar açan bir çalışma olmuştur. Birçok araştırmacı ve dönemle ilgilenen okurun kitaba Almancadan başka bir dile çevrilmemiş olmasından ötürü dolaylı olarak ulaşabildiği düşünülürse, Zander’in çevirisinin ve Mimarlar Odası’nın bu çeviriyi yayımlamasının literatüre katkısı açık. Bu önemli kitabın etkisinin bundan sonra da artacağına inanıyorum.

Bu icerik 7608 defa görüntülenmiştir.