381
OCAK-ŞUBAT 2015
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Ildırı: Yerleşilemeyen Köy
    Ela Çil, Yrd. Doç. Dr., İYTE, Mimarlık Bölümü
    F. Nurşen Kul, Yrd. Doç. Dr., İYTE, Mimari Restorasyon Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK EĞİTİMİ MOBBİG 39

Eksikler, Fazlalar*

İhsan Bilgin, Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Yılda iki kez düzenlenen Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları İletişim Grubu (MOBBİG) toplantıları, mimarlık bölümleri arasındaki bilgi paylaşımını amaçlıyor. 6 Kasım 2014 tarihinde İstanbul’da Bilgi Üniversitesi’nin evsahipliğinde gerçekleşen 39. toplantının teması olan “Çokluk”, mimarlık eğitimi konusunda son zamanlarda sıklıkla tartışılan nicelik / nitelik tartışmalarına dikkat çekti. Açılış konuşmasını gerçekleştiren İhsan Bilgin, sayıları gittikçe artan mimarlık bölümlerinin arasındaki standartları belli seviyede tutmak bile zorken, bütüncül program örüntüleri oluşturup ortak değerlere ulaşmanın çok daha zahmetli ve uzun vadeli bir plan olduğunu belirtiyor. Toplantıya ilişkin bir diğer yazıda ise Eti Akyüz Levi, Nilay Coşgun ve Özlem Erdoğdu Erkarslan tarafından mimarlık okullarının sayısına ve kontenjanlarına dair ortaya konulan rakamlar, mekânsal altyapı ve eğitim kadroları açısından yeterli düzeye gelmeden bölümlerin açıldığı gerçeğini kanıtlıyor.

Toplantının teması “çokluk”, niceliğe işaret eden bir sözcük ama bir derecelendirme. Dolayısıyla da kalitatif boyut içermeden kavramsal içerikte bir işaretle dokunup geçiyor, o nedenle kalitatif derecelendirme açılımının yanı sıra, diyalektik bir zıtlık da içeren “eksikler, fazlalar” koydum toplantıyı açacak konuşmamın başlığını. Amacım envanter çıkartmak değil, retrospektif ve panoramik bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Her şeyden önce MOBBİG’in kendisi ve bu periyodik toplantılar hakkında: Ne böyle bir organ ne de onun işleyiş biçiminin parçası olarak bu toplantılarımız herhangi bir yasa, yönetmelik, tüzük ve benzeri metinle hükme bağlanmış değil. Dolayısıyla, kelimenin gerçek anlamıyla sivil biraradalık burada gerçekleşen. Sorunlarımızı, çözümlerimizi, deneyimlerimizi paylaşmak üzere yılda iki kez biraraya gelmeye gönüllü oluyoruz ve sırf istemeye devam ettiğimiz için kendi koyduğumuz usul ve esaslarla sınır tanımaksızın koşullarımızı önümüze koyup üzerine konuşuyoruz. Sorumluluklarının farkında bir demokrasi zemini için bundan daha elverişli ortam zor bulunur. Şu veya bu yöne çekilip yozlaştırılacak, araçsallaştıracak kararları, yaptırımları bile yok bu birlikteliğin. Birikimlerimizle biraraya geliyor ve sonra okullarımıza geri dönüyoruz. Burada konuşulup tartışılanlardan herkes kendi meşrebine göre sonuçlar çıkarıp uygun gördüğü şekilde kendi ortamına taşıyor. Gelecek toplantının yeri ve inisiyatörleri dışında kayıt altına alınabilecek karar bile almıyoruz. Üstelik doğal olarak, mimarlık bölümlerinin yönetimleri sürekli değişiyor, hatta her seferinde yeni açılmış bölümler de oluyor. Buna rağmen ne değişen yönetimler ne de yeni açılanlar burada işlerlikte olan mutabakatın dışına çıkan irade beyanında bulunuyorlar. Demek ki mimarlık bölümleri yönetimlerinin düzenli enformasyon alışverişi eşliğinde bu şekliyle sürüp gitmesi yönünde eşine kolay rastlanmayacak aktif bir irade beyanı var. 39. toplantı olduğuna göre, dile kolay yirmi yıla yaklaşan koca bir tarih dilimi. Bu vesileyle bu buluşmaların başlatılmasında katkıları olan rahmetli Hakkı Önel ve Ahmet Eyüce’yi de bir kez daha sevgi ve saygıyla anmak istiyorum.

Bu seferki konumuza gelince, her şeyden önce ezeli fazlamız: Sayılar. Özlediğimiz eğitim kalitesi sürekliliğinin kontrol edilebilirlik eşiklerinin çok üzerinde öğrenci var. Ama işin ilginç yanı bu bir ortalama sorunu değil, yani bu fazlalığı daha çok okul ve akademik kadro takviyesiyle telafi etmek de mümkün değil. Paradoksal biçimde onların sayısı da fazla. Dolayısıyla bölme çarpmaya dayalı formüllerle çözüm üretemiyoruz. Her yeni açılan okul, sayıları daha da artırmanın yanı sıra yeni enformasyon ve eşgüdüm sorunları da demek. Ama “Okulların sayısı dondurulsun, açılanların altına bir çizgi çekilip mevcut haliyle muhafaza edilsin” gibi statükocu bir çare, zaten böyle gönüllü, sivil ve demokratik yapıda bir buluşmanın önerisi olamaz. Akademik personel sayısı da özlediğimiz kalitatif standartları tutturmayı zorlayan seviyelerde. Hepimiz doktora ve doçentlik jürilerinde, özlediğimiz seviyelerin altına inme basıncını yaşayarak ulaştık bu sayılara. Münferit vakalar olarak, tek-tek öğrenci, öğretim üyesi, ders, atölye ve benzeri standartlarını özlenen seviyede tutmak zorken bunların holistik bütünlüğüne endeksli müfredat örüntülerini oluşturup ortak değerlerimiz haline getirmek ve sürdürmek daha da zahmetli ve uzun vadeli bir hedef oluyor.

Bu katmerli nicelikler sorununu iyice taşınamaz boyutlara vardıran bir başka fazlalığımız da, dolaylı yoldan da olsa ehliyet verme yetkimiz: Dört yıl sonunda verdiğimiz diploma, sahibine her türlü nitelik ve ölçekteki inşai sorumluluğu alma yetkisi veriyor. Oysa biz, o dört yılsonunda edinilen formasyonun böyle bir sorumluluk için yeterli olamayacağını biliyoruz. Bizim üniversiteler olarak örgütlenme biçimimiz ve akademik formasyonlarımız böyle bir ehliyeti vermeye elverişli değil. Dolayısıyla taşımamıza imkân olmayan bu sorumluluk yükünden kurtulmamız gerekiyor. Bu konuyu da Odanın başına yıkarak sıyrılmak çözüm olamaz, Oda ve benzeri sivil meslek örgütleri, hatta inşaat sektöründe yer alan başka rol sahibi aktörlerin temsilcileri ile ortak bir sorumluluk bilincine sahip olarak siyasi aktörlerle de müzakere içinde bu konuya makul ve uygulanabilir bir çözüm bulmalıyız. İnşaatlardan bu kadar çekmiş bir toplumun üyeleri olarak bu konuda üretilecek çözüm sürecine öncülük etmekten kaçınamayız. Yirmi yıllık birarada durma irademizi bu fazlalıktan makul ve güvenilir yöntem ve çözümler üreterek kurtulma konusunda da kullanabilmeliyiz. Bu buluşmaların en başında inşai yetki ve sorumluluk usullerini AB müktesebatına uydurmak gibi bir hedef de vardı, olmadı ama zarar yok, bu sivil ve gönüllü birlikteliğin kendisi her şeye değiyor.

Son zamanlardaki bir de memnuniyet verici fazlamız gençlerin mesleğimize ilgisindeki artış, Bizim gençliğimizde ilginin azlığından yakınılırdı, o zaman revaçta olan bölümler, mühendislikler ve tıp idi. Oysa son dönemde yıldızı parlayan iki meslek var: Mimarlık ve Hukuk. Sanırım bu yön değişikliğinde, gençlerin bağımsız çalışmaya olan özlemleri rol oynuyor. Hani şu “serbest meslek sahibi” kategorisi. Eski bir arkadaşım, baba mesleğini ısrarla “serbest tüccar” diye tanımlardı, meğer kaçakçıymış, yani devletten, vergiden, oda ve benzeri örgütlerden serbestmiş babası. Burada kastedilen ve şimdi revaçta olan kendi bağımsız işini tatminkâr koşullarda kurma vaadi. Bu arada tıp da prestij kaybetmedi, çünkü o da bu kategoriye giriyor, yani devlet veya sermayeye bağımlı olmadan kendi prestijli ve tatminkar işini kurma olanağı. Mimarlık, avukatlık ve doktorluğa bu açıdan ciddi bir yönelme var. Önceki mühendislik ve tıp tercihinde ise tersine iş garantisi beklentisi vardı, sanayileşme sürecine girmiş bir Türkiye’de sanayi içinde rol alma veya artan nüfusun sağlık sorununa yanıt veren bir pozisyonda olmaydı zamanın motivasyonu. Şimdi, bağımsızlık arayışı hepsinin önüne geçti. Tabii bunda sivil toplumun ve kentli burjuva sınıfların nicel, nitel gelişiminin de payı olmalı.

Gecikmeden hesaplaşılması gereken bir konu da “gelenek” mimarlık eğitimi gelenekleriyle ilişkimiz nasıldır? Geleneklerin basıncı kendimizi yenilememize engel olacak bir yük haline gelmiş midir? Yoksa şu hareketli dünyada çekenin elinde kalan bir boşluk içinde mi duruyoruz? Mimarlık anlayışlarıyla da paralellikler taşıyan üç eğitim geleneğinden söz edilebilir. Sırasıyla önce Akademi (artık MSGSÜ) tabii, Modern anlamdaki mimarlığın eğitimi kadar mimarlığını ve mimarını da Türkiye’ye tanıtıp öğreten kurum: Mimarlığı ve eğitimini artistik mercekten görüp tanımlayan, sanat dallarıyla ve onların becerileriyle alışveriş içinde kendini gerçekleştirmeye endeksli bir model. Ardından İTÜ’nün öncülük ettiği teknik üniversite modeli: Sanat dalları ve becerileri yerine mühendislik formasyonlarıyla alışveriş içinde şekillendiriyor kendini. En son, 60’larla birlikte ODTÜ’nün öncülüğünde gelen model: Burada da alışverişe ve işbirliğine girilip ortam paylaşılan alanlar insan ve toplumbilimleri oluyor. Her birimiz bunlarda veya onları model almış okullarda yetiştik. Onların izini taşıdık, kısmen hâlâ da taşıyoruz, ama aşırı uçlara savrulmadık, o sistemlere kapanmadık. Yenileniyoruz. Bugünün hızlanmış ve küreselleşmiş değişim dinamikleri içinde hesaplamalı tasarımın bile tek başına ne denli dönüştürücü ve yaygın olduğu ortada. Ama geçenlerde kendimi “AutoCAD olduğu sürece çizgi varolacaktır”ı savunurken bulduğuma göre her şey de oradaki yenilikten ibaret değil, bazı izleri de sürüyoruz. Bu gelenekler, ne bizi değişimden alıkoyacak baskınlıktalar ne de duracak yeri olmayan bir kültürsüzlüğün hafifliğindeler. İlerleyen oturumlarda deneyimlerimizi paylaştıkça ayrıntılanacak farklılaşan pozisyonlarımız. Bu konuda ilginç ve özgün bir örnek oluşturduğunu düşündüğüm KTÜ’ye (Karadeniz Teknik Üniversitesi) bilhassa değinmek isterim. Bahsettiğim üç okulun da ertesinde kurulmuş ve sonrakilerin çoğunun yapacağı gibi birinin silik kopyası olmak yerine her üç yönden de gelen etkilere açık kalarak proaktif biçimde yönetme becerisi göstererek, Türkiye mimarlık eğitimi tarihi içinde en ilgiye şayan özgün örneği oluşturduğu kanaatindeyim. Girişimin liderleri olarak Aksoy çiftinin (Erdem ve Özgönül) payları malum, ama oradaki her bir akademisyenin birer Aksoy gibi işlev görerek o yapıyı nasıl ayakta tuttuğu da unutulmamalı, oradaki kollektivite de hatırda tutulmalı.

Söz geleneklerden de açılınca gecikmeden girilmesi gerekli konu müfredatlar: Özellikle de eğitim özgürlüğü ayağının en hassas noktası olarak müfredatlarımızı belirleme konusundaki özerkliğimiz. Bu toplantılar da en canlı tanığıdır ki, bizim dışımızda müfredat strüktürümüze ve şekline doğrudan müdahil olma yetki ve sorumluluğu olan herhangi bir organ yok. Senato dersleri ve kredilendirmelerini usulen onaylıyor, ama hepimiz tanığıyız ki bu bir usul; teker-teker öğretim üyelerinin özellikle de siyasal baskıya maruz kalmadığı ya da yetki ihlalini göze almış üst düzey yöneticilerin olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Şehir gibi insanlığın en toplumsal / kolektif artifaktından sözedilen bir derste “toplumdan sözedildi” diye uyarı alınabilmesi ölçüsüne varan traji-komik eşiklere varılsa bile şu veya bu ders veya konu veya problem ağırlığını değiştirme yönünde baskı görmemiz olağan değil. Dolayısıyla müfredat özerkliğimiz kısıtlanabilse de en azından yapısal olarak eksik de değil. Ama eksik olan bir başka şey de yok değil ki, o da gerçek bir ilgi ve kalite beklentisi. Ne devlet, ne de onun adına YÖK ya da başka bir yönetim katmanı mesela mütevelli heyetleri, senatolar, rektörlükler, üniversite yönetim kurulları gerçek bir eğitim kalitesi testi gözlükleriyle gözlüyorlar üniversitelerin eğitim pratiği süreçlerinde olup-bitenleri. Prosedürleri eksiksiz tamamlayıp idari açık vermemek dışında bir perspektiften bakmaya endekslenmemiş hiçbir organı yok akademik teşkilatlanma yapıları içinde. O nedenle, kalitatif gözle bakacak yegane ilk ve son kademe bizleriz, yani fakülteler içindeki bölümler, anabilim ve bilim dalları ile öğrenciler. Ne sakıncası var bunun? Öğrencilerimizle başbaşa yalnız ve denetimsiz, yani içe-dönük yozlaşmaya karşı korunmasız bırakıyor bizleri. O kadar ki, üniversite yönetiminin üst organları, rektörlüklerden, mütevelli heyetlerinden, YÖK’e kadar neden eğitimin yapısını ve müfredatları sürekli gözden geçirip yenileme eğiliminde olduğumuza bir mana veremiyorlar bir türlü. Mimarların dizgin tanımaz ve marazi titizlik eğilimine bağlanıp kapanıyor sonunda konu. Şu yaptığımız periyodik toplantılara mana vermeleri de bu nedenle olanaksız. Yalnızlığımız ve başıboşluk hissimizle başbaşa kalıp birbirimize ve öğrencilerimize sığınıyoruz. Eğitimin içeriği ve kalitesini sorun etme konusunda bizi ısrarla yalnız bırakmayan yegâne kurum burada da yanımızda olan Mimarlar Odası. Bir de öğrencilerle aileleri var tabii. Demin bahsettiğim yetki verme, yetkili kılma sorumluluğundaki kritik konumu nedeniyle Oda, kalite beklentimizle yapayalnız kaldığımız bir dünyada ilgisine sığındığımız yegane ciddi, gerçek ve köklü kurum. Özerklikten söz açılıp da mali konuları atlamak olmaz. Bu konudaki eksikler maalesef iki taraflı olarak da en temel sorunumuz olmayı sürdürüyor. Devlet zaten malum kavranamaz irilikte başa çıkılamaz bir dev: Bütçeden kime ne pay ayrıldığının değil hesabını sormak bu konuyu ciddiye alacak bir merci ya da organ bulmak bile olanaksız. Vakıf üniversitelerinde ölçek küçülse de durum farklı değil, öğrenci harçlarından kantin kirasına kadar bütün gelirler devlet bütçesi misali aynı havuzda toplanıp, sürüp giden eğitimle ilgilenmeye ne hevesi ne de ilgisi olan mütevellilerce yönetiliyor. Söz hakkı ne kelime? Bütçe yönetimi konularının konuşulabileceği bir tek organ bile yok işleyişte. O kadar ki kalite konularını bütçe konularıyla hiç ilişkilendirmeden fakülte / bölüm yönetmek de mümkün olamayacağından, ister istemez esasen hiç ilgileri olmayıp bizim tuhaflığımız gibi gördükleri kalite konularında geri adıma zorladıklarında da elimiz / kolumuz bağlı kalıyor. Sendikalı beden işçisiyle patronu arasındaki kadar bile güvencemiz yok. Bizim önceliklerimiz doğal olarak kendi özlük haklarımıza yönelik değil, kalite için gerekli payın ayrılması yönünde oluyor. İşçi-sermaye sahibi arasında aralarındaki sözleşmeye uymamaktan caydırıcı birer araç olarak grev ve lokavt var. Biz sözü verilmiş kalitenin riske edilmesine karşı tamamen savunmasızız. Küçük bir nüveyle kurulmasına liderlik edip sonra fakülteye dönüştürülmesini yönettiğim fakültenin dekanlığından ne kadar küçük bir bütçe kalemi için ayrıldığıma kimse inanmaz.

Kısacası sayılarımız ve yetki verme fazlalıklarımız ile keyfi bütçe yönetimleri karşısında bu denli savunmasızlığımızla ilgili eksiğimiz başlıca sorunlarımız olarak bizi daha epeyce oyalayacak gibi gözüküyor.

 

* Bu makale, yazarın, 39. MOBBİG Buluşması açış konuşmasının Mimarlık dergisinin talebi üzerine kısaltılmış şeklidir.

Bu icerik 5901 defa görüntülenmiştir.