MİMARLIK GÜNDEM
Kentsel Dönüşümde Kaybedilen Müşterekler ve “Sonra”ya Sorular
İclal Dinçer, Prof. Dr., YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
“Kentsel dönüşüm alanlarını ilan etme, plan yapma, onaylama ve tüm yapılanma süreçlerini yönetme gibi olağanüstü yetkilerle donatılan TOKİ, özellikle kamu arazilerini yönetmesi ve dev bir bütçeye sahip olmasıyla kentteki yapılı çevrenin başat aktörü haline geldi. 2012 yılında yürürlüğe giren Afet Yasası ise bu yapılanmayı daha da güçlendirdi ve adeta 1986 yılından beri yürürlükte olan İmar Kanunu’nu baypas etti. Yasada getirilen riskli alan, riskli yapı ve rezerv alan tanımlarıyla kentin her noktasında her ölçekte kentsel dönüşüm gerçekleştirmenin yasal ve kurumsal altyapısı oluşturuldu. Böylelikle 6306 sayılı Afet Yasası hem büyük ölçekli ve merkezî yönetim tarafından yönetilen projelerde hem de parsel ölçeğindeki yık-yap süreçlerinin gerçekleştirilmesinde çok önemli anahtarlar sundu.”
“Merkezî yönetimin yukarıdan aşağıya tanımladığı kentsel dönüşüm projelerindeki tıkanmalar ise çok aktörlü olmanın getirdiği zorluklar, gayrimenkul rantlarının bu bölgelerde çok yükseltilmiş olması nedeniyle pazarlıkların sonuçlanamaması ve toplumsal muhalefetin dikkatinin bu alanlar üzerinde olmasının getirdiği koşullar altında sürüncemede kalıyor; ya müzakerelerin başlangıcında ya da inşaat aşamasında tıkanıyor. Dolayısıyla 2020’li yılların ilk yarısına girildiğinde sorun eksenli, yere özgü ve yaşayanlarıyla birlikte tanımlanmayan, yukarıdan emredilen rant temelli merkezî yönetim projeleri tıkanmış durumdayken; afet yasasının olanaklarını kullanarak rantın yüksek olduğu bölgelerde parsel bazında gerçekleşen ‘kentsel dönüşüm’ uygulamaları özünde kenti dönüştürmüyor, tabir yerindeyse ‘altını üstüne getiriyor’.”
Türkiye’de son yirmi yıldır süren kentsel dönüşüm politikası, tartışılması gereken pek çok yeni olgu yarattı. Bunları farklı bileşenleriyle değerlendirmek gerekiyor. Öncelikle sosyo-ekonomik yapıları görmezden gelerek sürecin yapılandırılması, sadece “yık-yap ve fiziki mekânı yenile”ye indirgenmesi kentsel dönüşümde çok bileşenli ve sorun odaklı yaklaşımın hâlâ reddedildiğini gösteriyor. Buna karşılık en azından fiziki mekânın yenilenmesi sağlıklı olarak gerçekleşebiliyor mu sorusuna olumlu yanıt vermek ise pek mümkün değil. Bunun nedeni olarak hukuki açıdan gri alanların varlığı, kurumlar arası çatışmalar, planlama sistemindeki yetki ve sorumlulukların karışıklığı, toplumsal muhalefetin etkinliği gibi görüşler dile getiriliyor.
Türkiye kentsel dönüşümü hakkındaki araştırmalar 2000’li ve 2010’lu yılların başlangıçlarını iki ayrı dönüm noktası olarak işaret ediyor. 2004 ve 2005 yıllarında yapılan yasal düzenlemeler -belediye yasaları ve ilk kentsel dönüşüm yasaları- yerel yönetimlerin daha etkin olabileceği birinci döneme işaret ediyor. Kentsel dönüşüm için geniş yetkilerle donatılan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2011 yılında kurulması ile TOKİ’nin yetki ve kaynak açısından güçlendirilmesinin ardından 2012 yılında Afet Yasası’nın yürürlüğe girmesi ise ikinci dönemin başlangıcı olarak belirginleşiyor ve konunun merkezîleşmesini tescil ediyor. Burada dikkat çekilmesi gerekir ki kentsel dönüşüm alanlarını ilan etme, plan yapma, onaylama ve tüm yapılanma süreçlerini yönetme gibi olağanüstü yetkilerle donatılan TOKİ, özellikle kamu arazilerini yönetmesi ve dev bir bütçeye sahip olmasıyla kentteki yapılı çevrenin başat aktörü haline geldi. 2012 yılında yürürlüğe giren Afet Yasası ise bu yapılanmayı daha da güçlendirdi ve adeta 1986 yılından beri yürürlükte olan İmar Kanunu’nu baypas etti. Yasada getirilen riskli alan, riskli yapı ve rezerv alan tanımlarıyla kentin her noktasında her ölçekte kentsel dönüşüm gerçekleştirmenin yasal ve kurumsal altyapısı oluşturuldu. Böylelikle 6306 sayılı Afet Yasası hem büyük ölçekli ve merkezî yönetim tarafından yönetilen projelerde hem de parsel ölçeğindeki yık-yap süreçlerinin gerçekleştirilmesinde çok önemli anahtarlar sundu.
2018 yılında yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı sistemi ise bakanlıkların yetkilerini muğlaklaştırmasının yanı sıra ülkenin temel politikalarının belirlenmesi ve kritik kararların verilme yetkisini Cumhurbaşkanı’nda topladı. Merkezîleşme, otoriterleşme ve kentsel süreçlerin tümüyle kapalı sistemler içinde çalışması dönemin belirgin özellikleri olarak ortaya çıkıyor. Kentsel dönüşüm süreçleriyle ilgili temel politika ve kararların da bu yapılanmada yer alması kaçınılmazdı. Sistemin aktörleri ve araçları hegemonik yapıyı güçlendirmeyi, istisnalar yaratmayı ve belirsizlik ortamında karar üretmeyi kolaylaştırmak üzere yeniden tasarlandı.
Yetkilerin yerelden tek merkeze doğru adım adım toplayan bu kurumsal düzenlemeler aynı zamanda kentlerde “istisna mekân”ların tanımlanması için de kolaylaştırıcı bir altyapı sunuyor. Dolayısıyla kentsel dönüşümün gerçekleşmesi hem mekânda hem de süreçlerde kentin parçalanmasıyla yaşanmaya başlıyor. Bu parçalanmanın sadece yukarıda adı geçen kurumlar vasıtasıyla değil, merkezî yönetimin Ulaşım ve Altyapı Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı başta olmak üzere diğer organlar eliyle de gerçekleştiriliyor. Kentin yönetiminin birbiriyle temas etmeyen çok aktörlü hale geldiği ve bu gri ortam içinde ayrışmanın ve çatışmanın güçlendiği son yirmi yıldır izleniyor. Mekânın biçimlenmesinde de ikili bir yapının hakim olduğunu söylemek mümkün. Bunlardan birincisi merkezî yönetim organları tarafından “yukarıdan aşağıya” doğru işleyen süreçlerle “kentsel dönüşüm alanı” ilan edilerek yürütülen büyük ölçekli projeler iken ikincisi “6306 sayılı Afet Yasası ile eli güçlendirilen yeni yap-sat düzeni” uygulamaları olarak gözüküyor. Her iki sürecin kurumsal yapılanmasını, yönlendirici aktörlerini, sürecin dinamiklerini derinlemesine ve karşılaştırmalı olarak analiz etmek gerekiyor.
Neoliberal kentleşme politikasının kentsel dönüşüm uygulamalarını sadece sermaye birikimi üzerinden anlamaya çalışmak son yirmi yılın değerlendirilebilmesi için yeterli olamıyor. Kamunun yeni politikalar ve düzenleyici eylemlerle sistemi sürekli yeniden tanımlaması, süreçte yer alan uygulama aktörlerinin bu değişen koşullara uymak üzere geliştirdiği pratikleri değiştirmek zorunda kalmaları ve mülk sahibinin bu dinamikler arasında konumunu korumaya ve hatta güçlendirmeye çalışması zemini kayganlaştırıyor. Bu ortam içinde aktörler arası bağımlılık ilişkisi, sistemi yürüten ana omurga olarak tezahür ediyor. Kamu yönetimi tarafı, sürecin uygulamacıları ve mülk sahipleri üçlüsü arasında kurulan koalisyonların müzakere ortamlarının başarıyla sonuçlanması ise çok sıklıkla gerçekleşen bir durum değil. O nedenledir ki kentsel dönüşüm örnekleri başarısızlık hikayelerine dönüşebiliyor. Burada 6306 sayılı Afet Yasası’nın verdiği olanaklarla parsel ölçeğindeki yık-yap süreçleriyle merkezî yönetimin yukarıdan aşağıya tanımladığı kentsel dönüşüm bölgelerindeki projeleri birbirinden ayrı tutarak değerlendirmek gerekiyor. Parsel ölçeğinde “riskli” ilan edilen uygulamada küçük ölçekli müteahhidin nispeten sınırlı sayıdaki mülk sahibiyle kurduğu ilişkide “gayrimenkul rantının kısa bir süre içinde üretilip bölüştürülmesi motivasyonu”yla süreç “başarı” ile tamamlanabiliyor. Buradaki başarıdan kasıt sadece sürecin tamamlanması olduğunu; bölgedeki plan dengelerinin bozulması, yoğunlukların artması, toplumsal ortamın değişmesi gibi temel planlama ilkelerinin bu başarıda söz konusu olmadığını belirtmek gerekiyor.
Merkezî yönetimin yukarıdan aşağıya tanımladığı kentsel dönüşüm projelerindeki tıkanmalar ise çok aktörlü olmanın getirdiği zorluklar, gayrimenkul rantlarının bu bölgelerde çok yükseltilmiş olması nedeniyle pazarlıkların sonuçlanamaması ve toplumsal muhalefetin dikkatinin bu alanlar üzerinde olmasının getirdiği koşullar altında sürüncemede kalıyor; ya müzakerelerin başlangıcında ya da inşaat aşamasında tıkanıyor. Dolayısıyla 2020’li yılların ilk yarısına girildiğinde sorun eksenli, yere özgü ve yaşayanlarıyla birlikte tanımlanmayan yukarıdan emredilen rant temelli merkezî yönetim projeleri tıkanmış durumdayken; afet yasasının olanaklarını kullanarak rantın yüksek olduğu bölgelerde parsel bazında gerçekleşen “kentsel dönüşüm” uygulamaları özünde kenti dönüştürmüyor, tabir yerindeyse “altını üstüne getiriyor”. Bu ortam içinde şu iki soru cevap bekliyor: “Bugün tamamlanan kentsel dönüşüm projeleri ne uğruna ve neler göz ardı edilerek tamamlandı, toplum neler kaybetti?” ve diğer taraftan “Tamamlanamayan kentsel dönüşüm projelerinde hangi dinamikler söz konusu ve bize neyi işaret ediyorlar?”. “Kaybedilen müşterekler” ve “sorun eksenli katılımcı süreçle kentsel dönüşümü yönetmek” bu soruların en temel cevapları ama daha birçok cevap bulmak gerekir.
Bugün yaşanan ekonomik krizin bu süreci nasıl etkileyeceğini önümüzdeki günler bize daha belirgin biçimde gösterecek. Fakat şu bir gerçek ki toplumsal gruplar arasındaki gelir farklarının artması, yoksulluğun her kesimi etkileyerek yaygınlaşması, işsizliğin kronikleşmesi, temel hak olan konutun elde edilmesini, bu kesimlerin konuta erişimini eskisinden daha da imkânsız hale getiriyor. Yaklaşan seçim ortamında bu durumu fırsata çevirme anlayışı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “artık sosyal konut üreteceğiz” iddiasında bulunmasıyla sonuçlanıyor. Ancak çok geç kalınmış bu söylemin içeriğinin ne olacağı, yeni hangi koalisyonları yaratacağı zamanla ortaya çıkacaktır, toplumda bunun inandırıcılığı konusu ise tartışmaya muhtaçtır.
Bu icerik 1850 defa görüntülenmiştir.