OKURLARDAN
Bir Düzeltme ve Akademik Yayınların Şeyleşmesi1 Üzerine Birkaç Söz
Günkut Akın, Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi
2011 yılı Aralık ayında yayımlanan Mimarlık dergisinin 362. sayısında gördüğüm bir kaynak yanlışını düzeltmek istiyorum. Kamuran Sami tarafından kaleme alınan “Koçerler/Göçerler: Lâmekan ve Bir Yaşam Şekline Karşı Zamanın Dayanılmaz Arsızlığı” başlıklı yazıda kullanılan iki çizimin kaynağı, karşılaştırınca açıkça görüldüğü üzere, Cribb’in 1991 tarihli “Nomads in Archaeology” adlı kitabı değil şu kaynaktır: Osman Kademoğlu, “Yörüklerde Üç Direkli Kara Çadır”, Mimarlık, 1974/5, sayı:127, ss.27-29.
Avustralyalı Roger Cribb (1948-2007), Türkiye göçebeleri üzerine de alan araştırmaları yapmış bir arkeolog ve antropolog. Soyağaçları ve sosyal örüntüler üzerine geliştirdiği bilgisayar modelleri ve GIS verilerini antropolojide ilk kez kullanmakla adından söz ettirmiş biri. Bir karaçadır rölövesinin müellifi olduğunu iddia etmesi pek anlamlı değil. Olasılıkla ya Kademoğlu’nun adını ya da eğer arada Kademoğlu’nun çizimini kullanmış ikinci bir kaynak varsa en azından onun adını vermiş olmalı. Rölövenin daha kalın çizgilerle ikinci bir kez çizilmesini de belki hemen rölöveyi kendine mal etme çabası olarak görmek gerekmez. Kademoğlu’nun çiziminde kıl dokumanın köşe ve ortalarından kazıklara doğru uzanan bağlar ince çizildikleri için baskıda silik çıkmıştı. Cribb veya ara halkayı oluşturan yazar / editör onların ve tüm çizimin daha okunaklı olmasını istemiş olmalı. Burada kötü niyet olmasa bile, müelliften izin alınmadan böyle bir şey yapılması usul açısından açıkça yanlıştır.
Gerçi Kamuran Sami’ye bir uyarı getireceğim, ama niyetim ne onu tekil olarak eleştirmek ne de hafiyelik. Çizimin yenilenmesi işi belli ki Sami’den, hatta belki de Cribb’den de önce olmuştur. Batı bilim dünyası kendi çevresinde izin vermeyeceği bir davranışı, Batı-dışı bir müellifin ürününe uygulamaktan çekinmemiştir. Ancak Sami bu konuda daha dikkatli olmak zorundaydı. Bize Cribb’in adını değil, olasılıkla onun vermiş olduğu asıl kaynağı aktarması gerekirdi. Bu kaynak Kademoğlu olmasa da, bunu bilmek bizi bir adım daha ileri götürebilirdi.
Asıl sorun ise, burada belki biraz bilimsel ilke takıntısı, hatta biçim sorunu gibi görünebilecek şeyin ötesinde: Bilimsel çalışmanın isteksiz ve meraksızca yapılması. Gerçi niyetim Sami’nin metninin analitik bir eleştirisi değil. Ama onun kaynak kullanımında genel olarak bir sistemsizlik ve yetersizlik olduğunu söylemeliyim. Kara kıl çadırların İbrahim Peygamber’in tebaasına ait çadırlarla benzerliğine American Geographical Society bülteninde 1902’de yayımlanmış bir makaleyi; çadır’daki mekân kullanımının cinsiyete göre farklılaşması gibi çadır dışında da yaygın olan sosyal bir duruma, T. Faegre’nin dünyadaki tüm çadır türleri üzerine bilgi veren “Tents: Architecture of the Nomads” adlı el kitabını kaynak göstermesi, sadece iki örnek. Metnin gerektirdiğinden çok daha fazla kaynak verilmiş olması da bence bir sorun. Kaynak vermek kadar kaynak seçmek de önemli. Gerçekten işe yarayan bir bilgi veriyorsa o kaynak kullanılır, yoksa kullanılmaz.
Benim öncelikli eleştirim Mimarlık dergisindeki Kademoğlu yazısının ıskalanmasıyla ilgili. Özellikle 1982’de aynı dergide dört sayı boyunca sürdürülen “Beritanlı Aşireti-Mekânsal Örgütlenme”ye Kamuran Sami’nin kaynakçasında yer verilmişken, Kademoğlu’nun 1974 tarihli yazısının gözden kaçırılmış olması kaynak seçimindeki rastlantısallığını göstermektedir. Sistematik bir tarama yapılmamıştır. Oysa Mimarlık dergisi, yazarın ilgisine de uygun düşen toplumcu angajmanıyla ilk taranması gereken süreli yayındır. Üstelik artık internet üzerinden kolayca yapılabiliyor bu. (www.mimarlikdergisi.com)
Asıl kaynağın ıskalanması ve onun sahtesiyle yer değiştirmesi bana daha büyük bir olgunun göstergesi olarak görünmeseydi, bu yazıyı yazmazdım. “Bilimsel yayın” denilen akademik emeğin şeyleşmesiyle ilgili bu. Değerlendirmenin sayısallaşması, altyapısız üniversitelerin çoğalması, gerek üniversite atama kriterlerinin, gerekse süreli yayın ve bilimsel toplantıların akademisyenlere yönelttiği aşırı talep vs. vs. Ancak anlattığı şeye odaklanamayan ve bir gerçekliği başkalarıyla paylaşmanın içsel zorlaması olmadan kaleme alınan metinler, sonuçta akademik yayınlara ait yapay bir dünyanın ortaya çıkmasına neden oldu. İngilizcenin ve İngilizce kaynakların gözü kapalı onaylanması ise bir başka sorun.
Kademoğlu’nun çizimindeki betimleyici-didaktik yaklaşım, Avustralyalı antropoloğun üzerinden aktarıldığında terimler iki defa tercüme edilmiş oluyor. Önce Türkçeden İngilizceye, sonra İngilizceden Türkçeye: Kademoğlu’nda su kırbası veya tuluğu olarak adlandırılan nesne “fıçı”ya dönüşüyor. Düşünebiliyor musunuz yörüklerin fıçılarla yolculuk yaptığını? Çadırın arka duvarını boydan boya kaplayan düşey dizilmiş çuvalların ne olduğu artık hiç anlaşılamıyor. Oysa önemli bir mekânsal öge bunlar. Kademoğlu’nun çadır planları oradan oraya aktarıla aktarıla duvar kâğıdı desenine dönüşürse hiç şaşmayalım.
Rölöve gerçekliğin diliydi. 1970’lerde Akademi’deki mimarlık öğrencileri hem okuldaki rölöve dersinden şikâyet eder, hem de yazları kendi istekleriyle Anadolu’ya dağılıp rölöve yaparlardı. Bu edebiyat ve sinemadaki toplumsal gerçekçilikle aynı bağlamın bir parçasıydı ve sol toplumsal muhalefet ile birlikte yükselmişti. Kademoğlu, karaçadır çalışmasını dört arkadaşıyla (Uğur Yüksel, Ersu Pekin, Necati Onat ve Erdal Küpeli) 1970 Eylül ayında Anamas dağlarında gerçekleştirmiş. Bu rölövelerin Akademi’de sergilendiği günü hatırlamamak mümkün değil. Osman Hamdi Holü’ndeki Nike heykelinin önüne kocaman bir karaçadır örtüsü gerilmişti. Seçkinci Akademizme karşı bir duruştu bu. Anadolu’ya gitmek politik bir tavırdı aynı zamanda. Gerilla savaşının yanında yapılıyordu rölöveler. 12 Mart 1971’in hemen öncesi idi.
Mimarlık dergisinin aynı sayısında yine Kademoğlu’nun güneybatı Anadolu konut mimarlığı üzerine bol rölöveli bir başka yazısı daha var. Zaten 74/5 sayısı bir “yöre mimarlığı” özel sayısı idi. Aydın Germen’in yöre mimarisi üzerine kuramsal bir metni ile Apulya ve Harran’daki kubbeli evler üzerine bir yazısı, Selahattin Önür ve Suha Özkan’ın Kapadokya mimarlığı ve Cahit Benövenli ile Osman Burat’ın Kapadokya planlaması üzerine yazıları bu sayıda idi. Suha Özkan’ın ayrıca “mimarlıkta devingenlik” temasını yurt tipi çadırlar bağlamında anlattığı bir yazısı da burada yer alıyordu. Yöre mimarlığına olan ilgi dünyaya paralel idi. II. Dünya Savaşı sonrası modern mimarlığa karşı oluşan eleştirinin bir parçasıydı bu. Yaşam belirtisi göstermeyen modern mimarlık köşeye sıkışmıştı. Modern mimarlığa gençlik aşısı yapması umulan yöre mimarlığından beklenti büyüktü. Bernard Rudofsky‘nin 1964 tarihli “Mimarsız Mimarlık”ı veya Amos Rapoport’un 1969 tarihli “Ev, Biçim ve Kültür”ü” o dönemin önemli kitaplarıydı.
Önce rölöveler bozuldu. Ölçekli rölöve iyi para kazandıran profesyonel bir iş veya not almak için yapılan bir öğrenci çalışması olmanın ötesinde tuhaf karşılanan bir şey olmuştu. Şipşak plan şemaları yapılıyor ve onlara ya “space syntax” uygulanıyor veya yazıya kenar süsü yapılıyordu. Ölçekli ve ayrıntılı rölövenin kendisinden gelen sahici ifade anlam taşımıyordu. Artık genç kuşakların rölövenin hermenötik işlevini algılamaları çok zor. Sonuçta her aktarıldığında bilgi verici niteliğini biraz daha yitiren rölöveler, kendisi rölöve yapmaya üşenen yeni kuşaklar ve bir çevre ülkenin yabancılaşmış bilimi ortalığı giderek daha fazla kaplamaktadır.
Birkaç yıl önce uzun zamandır çalıştığım üniversiteden ayrılırken, yıllarca biriktirmiş olduğum Mimarlık dergilerinden sadece birkaç sayı aldım yanıma. Bunlardan biri 1974/5 idi. Bu sayı, Akademi’nin holüne asılan karaçadırı ve dolayısıyla bir bilgiyi başkalarına aktarmanın ve dolayımsız edinilmiş bir bilgiyle karşılaşmanın yoğun duygusunu simgeliyordu benim için. Kademoğlu’nun rölöveleri hâlâ o çadırları kendim görmüş kadar heyecanlandırır beni. Çizim hiçbir zaman bu kadar gerçek olmamıştı. Eğer hâlâ yeterince öfkelenebilseydim, onların gerçekliğinin elinden alınmasına çok öfkelenirdim herhalde. Yine de böyle bir yazıyı kaleme almak için kendimi zorlamam, bu buz gibi akademik dünyada o rölöveleri tekrar hatırlamanın verdiği sıcaklıktandır. Hatırlayınca bir kez daha kendi duygularım üzerinden Adorno ve Horkheimer’i anlıyorum. Onlar “her şeyleşme bir unutmadır” demişlerdi.(2)
________________________________________________
1. Şeyleşme (verdinglichung, reification) kavramı, metalaşma ve soyutlama kavramlarına yakındır. Normal olarak alınıp satılacak bir mal olarak görmediğimiz bir nesnenin, düşüncenin, manevi tarafı ağır basan bir değerin veya (bu kavramların kaynağındaki Marksist kuramın vurgusuyla) emeğin, pazara çıkması, (salt) maddi karşılığıyla ölçülmeye başlanması şeyleşmenin metalaşma boyutunu; içinde ortaya çıktığı bağlamdan ayırma ve eskiden sahip olduğu ve ona güç veren ilişkilerinden uzaklaştırma ise soyutlama boyutunu açıklamaktadır. “Şey” öznenin ad vermeye bile gerek duymadığı ve hiçbir duygusal yatırımı olmayan nesnedir.
2. Horkheimer, Max ve Theodor W. Adorno, 1988, Dialektik der Aufklärung, Philosophische Fragmente, Fischer, Frankfurt a.Main, s.244.
Bu icerik 7641 defa görüntülenmiştir.