MİMARLIK KURAMI
Rönesans’tan Modernizme
Mimarlık Kuram ve Pratiğinde İdealleştirme Olgusu (1)
Uğur Tuztaşı, Yrd. Doç. Dr., Bozok Üniversitesi Mimarlık Bölümü
Yusuf Civelek, Öğr. Gör., Dr., GYTE Mimarlık Bölümü
Yazarlar, Jean-Nicolas-Louis Durand’dan Peter Eisenman’a uzanan doğrusal bir anlatımla, diğer düşünce alanları gibi mimarlık alanında da çağdaş idealleştirmeler üretilmesinin zorunlu olduğunu söylüyorlar.
Bu yazıda idealleştirme geleneğinin Batılı mimari kuramların altyapısına olan etkisi değerlendirilmeye çalışılmıştır. Klâsik mimarlık geleneğinin meydana getirilmesinde bu çözümlemelerin ve neticesinde doğan kuramın rolü yadsınamaz. Bu nedenle, Batılı mimarlık düşüncesinin çizim ve kuramsal metinlerle oluşturulmuş idealleştirmelere dayandığı söylenebilir.
Batı mimarlığının klâsik idealleştirmeleri, 18. yüzyıldan itibaren tarihselci romantik düşüncenin ortaya çıkmaya başlamasından itibaren mimarlığın “tarihsel” yorumuyla baş etmek durumunda kalmıştır. Klâsik geleneğin yorumuna göre iyi ve güzel mimarlık, Antikite’de ortaya çıkmış, Ortaçağ’da bozulmuş ve Rönesans’la yeniden doğmuştur. Buna karşılık tarihselci yorum, mimarlığın değişerek sürekli ilerlediği fikrini, romantik yaklaşımlar ise Antikite gibi Ortaçağ mimarisinin de bir değeri olduğunu fikrini ortaya atmıştır. Bu meydan okumalara cevaben akademisyenler tarafından sahiplenilen klâsik mimarlık daha muhafazakâr bir yapıya bürünmüş, çeşitli kuramcılar geleneğin özünü korumaya ve devam ettirmeye gayret etmişlerdir. Buna mukabil, romantik yaklaşımlarda, aynı “ideal öz” araştırmaları mevcuttur ve bunlarda farklı olarak mimarlığın “ulusal” kökenlerine dikkat çekilmiştir.
FELSEFİ BİR YÖNTEM OLARAK İDEALLEŞTİRME
Öncelikle idealleştirmenin insanın düşünsel yapısının temel bir unsuru olduğunu belirtmek gerekir. Bir olgunun ampirik değerlendirmelerinin tümü ister istemez basitleştirici idealleştirmelere açıktır. Çok karmaşık olguların anlaşılabilmesi için insan zihninin kullandığı bir yöntem olan basitleştirme, her türlü düşüncenin olduğu gibi bilimsel düşüncenin de hareket noktasını teşkil eder. İnsan zihninin anlama yetisinin basitten karmaşığa doğru ilerleyen bir analitik mekanizma olduğu, John Locke (
Essay Concerning Human Understanding, 1690), Etienne-Bonnot de Condillac (
Essai sur l’origine des connaissances humaines, 1746) ve Marquis de Condorcet (
Esquisse d’un tableau historique des progrès de l’ésprit humain, 1795) gibi düşünürler tarafından ortaya konmuştur. 20. yüzyılda Karl Popper, bilimsel ilerleme için “yanlışlama”nın (
falsification) önemi üzerinde durarak, her türlü bilimsel kuramın bina edildiği hipotezlerin, onların yanlışlanmalarına kadar geçerli olan “ideal” kurgular olduğunu göstermiştir. (2) Popper’in yaklaşımına örnek olarak, yapısalcı analitik düşüncenin eleştirisi verilebilir.
Condillac, dilin yapısının, insan zihninin basitten karmaşığa ilerleyen yapısıyla şekillenmiş sesler, kelimeler ve cümlelerden oluştuğunu ve insanın bu sırayı takip ederek dilini öğrendiğini iddia etmiştir. (3) Hâlbuki 20. yüzyılın son çeyreğinde dünyayı anlamlandırmaya ilişkin yapısal kurguları yerinden oynatan düşünür Jacques Derrida, aslında düşünceyi taşıyan kelimelerin anlamının hep başka kelimelerde olduğunu göstererek, anlamın sürekli bir gecikme/farklılaşma (différance) içerisinde olduğunu vurgulamıştır. Ferdinand de Saussure gibi “logocentrist” dilbilimcileri eleştiren Derrida, “gecikme / farklılaşma” kavramı sayesinde, yapısalcı düşüncenin ortaya koyduğu dil kuramında, bize anlamı veren temsil edilenle (signified) temsil eden (signifier) arasındaki ilişkinin doğrudan bir ilişkiymiş gibi idealleştirilmiş olduğuna dikkati çekmiştir. (4) Condillac’ın düşünceleri, Jean-Nicolas Durand’ın Greko-Romen parçaların basitten karmaşığa doğru kompozisyonu yöntemiyle neo-klasik mimarlığı ideal bir sistematiğe oturtma çabalarında yansımasını bulmuşken (5), Derrida’nın yapı-söküm (deconstruction) kuramı, Peter Eisenman’ın kökenleri uzak geçmişte olan konvansiyonel mimari kompozisyonların bütün temel taşlarını anlamsız hale getirmesinde ifadesini bulan, dekompozisyon üzerine kurulu bir mimarlık pratiği doğurmuştur.
Yukarıda verilen örnekler, düşünce dünyasında değişen doğru ve yanlışların eninde sonunda mimarlık pratiğini de etkilediğini gösterir. Çünkü mimarlık, oldukça karmaşık toplumsal, ekonomik, kültürel ve maddi olgularla şekillenen bir sanat olduğuna göre, mimari tasarımın geçirdiği süreçler, daima yanlışlama / doğrulama yöntemiyle alınan kararlarla ilerlemek durumundadır. Yani süreç ne kadar karmaşık olursa olsun, tasarımla yaratılmak istenen gerçeklik ancak görece basitleştirilmiş olguların üzerinde adım adım inşa edilmek durumundadır. Öyleyse, mimarlıkta hem yapısal hem de düşünsel olarak kabul görmüş bütün unsurların, tarihin herhangi bir döneminde az çok yukarıdaki örneklere benzer değerlendirmelerden geçmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bu anlamda idealleştirme bir düşünce akımı değil, yüzyıllardır mimarlık üzerinde etkin olan bir yöntem olarak bir eylem, bir pratik anlamına gelir. Ancak pratik bir sanat olan mimarlığın düşünceden beslenebilmesi için düşüncenin bir yöntem vasıtasıyla uygulanabilir hale gelmesi gereklidir. Mimari uygulamaların çağının genel düşünüş özelliklerini barındırdığı dikkate alındığında, mimari düşüncenin sürekliliğinin, mimari uygulamanın sürekliliğiyle ayrılmaz bir bağı olduğu ortaya çıkar. Kısacası, mimari uygulamanın düşünceden, yani kuramdan beslenebilmesi için mevcut ya da geçmişe ait uygulamaları dikkate alan bir epistemolojik alan içerisinde doğru ve yanlışlar saptaması zorunludur.
MİMARLIĞIN ZAMANA BAĞLI İDEALLEŞTİRİLMESİ:
İdeal Üslup İcadında “Geçmiş” ve Tarihsel Bilinç
Medeniyetlerin ilerlemesi bağlamında tarihsel bilinç, felsefi olarak 18. yüzyılda Giovanni Battista Vico (1688-1744) gibi düşünürlerce ele alınmaya başlanmış (
Scienzia Nuovo, 1725) (6) ve Johann Bernhard Fischer von Erlach (1656-1723) gibi mimarlarca da mimarlık tarihine yansıtılmış (7) olsa da, bu tür gelişmelerin Rönesansla birlikte uyanmış bir farkındalığın sonucu olduğu söylenebilir. Aslında, Leon Battista Alberti’nin
De Re Aedificatoria’sının metni, (1450 c.) Vitruvius’un çağıyla 15. yüzyıl arasında hiçbir fark yokmuş izlenimini verir. (8) Robert Stern’in de belirttiği gibi “Alberti'nin Klasik Dünya'nın biçimleri, oranları ve süslemeleriyle ilgili düşüncesi, evrenin ideal ve zamana bağlı olmayan güzelliğinin Antikite tarafından keşfedilmiş olduğu ve sanatçının da bu güzelliğe ulaşmak için Antik Dünya'nın biçimlerini bir örnek ve çıkış noktası olarak kullanması gerektiği yönündedir.” (9) Tarihselcilik adını verdiğimiz olgunun tam zıddına işaret eden, şekillerden çok niyet, düşünce ve eylemleri ilgilendiren ve klasik retoriğin bir parçası olan bu mimarlık kuramına rağmen, bir kısmını Alberti’nin gerçekleştirmiş olduğu Rönesans yapılarının ileride eski ile yeninin karışımı olarak okunması kaçınılmazdı.
(Resim 1) Her ne kadar metinlere dayansa da, mimarlığın meydana geldikten sonra kendi anlamını yaratıyor olması bunda en büyük etkendir.
Hiç şüphesiz, Antikite’nin baş tacı edildiği Rönesans Hümanizması da bir modernleşme aracıydı. Rönesans’tan beri sürekli döngüler halinde ortaya çıkan modernleşmeler, mimarlık alanında “geleneksel olan”la “yeni olan”ın çatışmalarına neden olmuş, mimarlık kuramı da her seferinde ideal olanın tanımını tekrar yapmak zorunda kalmıştır. İslam medeniyetlerinin benimsedikleri mimari biçim, planimetri ve süslemelerin devşirildiği idealleştirilmiş bir dönem olmamasına rağmen, Avrupa ve genel olarak Batı mimarlığı için bu çok uzun bir süre “klasikler”in yazıldığı antik Yunan ve Roma çağlarıyla özdeşleştirilen “Antikite” olmuştur. Ancak idealleştirme Rönesans’ın bir icadı değil, bir keşfidir. Nitekim MÖ 1. yüzyılda mimar Vitruvius, Polio’nun kamu mimarlığı üzerine derlediği metinlerin içerisinde tapınak tiplerine ayrılmış olanı, Romalı mimarın en azından bu sanat değeri en yüksek tipi, çoğunun kökeni Yunan mimarisinde olan bir sabit değerler bütünü olarak görüp idealleştirdiğini ortaya koymaktadır. Keşfedilmesiyle Rönesans mimarlığına ilk ivmesini verdiği iddia edilen Vitruvius’un metni, sadece mimarlık alanında yazılmış olan mevcut en eski eser olması bakımından değil, Avrupa mimarlık düşüncesinin kuramsallaştırılmasının geleneğini oluşturmuş olması bakımından da çok önemlidir. 17. yüzyılda Antoine Desgodets’in ilk tespitlerinden çok sonra, 19. yüzyılda pek çok Avrupalı gezgin ve mimarın eski Yunan düzenlerinin Vitruvius’un vermiş olduğu oranlama sistemine uymadığını farkedene kadar, Serlio’dan Palladio ve Vignola’ya, Philibert de l’Ormde’dan Perrault’ya ve Le Roy’a (10) kadar pek çok mimar, tekrar tekrar klasik düzenlerin oranlama sistematiği üzerine çalışmışlardır. (Resim 2a-b) Bütün bu çabaların nedeni ise Vitruvius’un mevcut Greko-Romen değerler sistemine uygun bir tasarım yöntemi oluşturmak adına ve büyük olasılıkla da eline geçmiş olan bazı Yunan metinlerine dayanarak, insan bedeninden doğduğunu iddia ettiği ideal bir oranlar dünyası kurmuş olmasıdır. (Resim 3) Vitruvius’un sadece tarif etmek yoluyla öğretmek istediği “doğru” mimarlık doktrini, doğal olarak en basit şekilde ifade edilebilmeliydi. Bu sebeple, De Architectura’nın çok genel bir mimarlık kuramının meydana getirilmesinde kullanılan ayıklama, sadeleştirme, basitleştirme yöntemini kurumsallaştırmış olduğu iddia edilebilir. Batı mimarlık kuramının düşünceyle (yani yazıyla) ifade edilebilen mantıksal bir sistematiğe oturtulması geleneği, bu sayede Vitruvius’tan idealleştirme olgusunu da beraberinde miras edinmiştir.
İDEAL ÜSLUP ARAYIŞINDA ÇATIŞMA ORTAMI: “ESKİ” - “YENİ” İMGELEMİ
Metin araştırmaları ve yarı-arkeolojik verilere dayalı restitüsyon çizimlerinin meydana getirdiği “modern” imgelem dünyası, Rönesans’tan itibaren mimarlığı Ortaçağ’da olmayan bir tarihselciliğin içine sokmaya başlamış, bu nedenle de mimarlık aynı anda bir çok zamana ait doğruların çatışmasına sahne olmuştur. Bu çatışmanın ilk işareti, bilim ve sanatta Antikite’nin mi, yoksa bugünün mü üstün olduğuna dair tartışmaları tetikleyen “Antikite-Modern” karşıtlığına neden olmuştur. (11)
17. yüzyıl Avrupa’sında su yüzüne çıkan bu durum, Pagan-Hıristiyan karşıtlığında kültürel bir boyuta da sahiptir. Mesela, barok üslubu doğuran karşı-reformla (
counter-reformation) birlikte Alberti ve Michelangelo gibi çok önemli sanatçıların Roma ve Bizans’ın dini mimarilerinin etkisiyle kilisede tek bir merkezî mekân gerçekleştirme yönündeki çabaları gerilemiş, haçvari bazilikal sistemle kubbeli bir merkezî mekânın adeta birbirinin içine geçtiği sentezler neredeyse bir norm halini almıştır.
İtalya’da Rönesans mimarlığının doğuşundan itibaren giderek artan biçimde mimari tasarımın Vitruvius’un mimari oranlar ve düzenler ile ilgili yapmış olduğu idealleştirmeye uymaya zorlanmasıyla canlanan klasik geleneğin, metinlerin yanı sıra mimari çizimlerin de mimari bilgiyi oluşturmaya başlamasıyla bir başka boyuta geçerek yeni bir ivme kazandığı söylenebilir. Doğal olarak mimari çizimlerin yetkinliği Antikite’nin yetkinliğinden kaynaklandığından, bu gelişme Batı Avrupa mimarlık kültüründe eskinin kalıntılarını araştıran, ölçen ve metinlerin yorumu ve kavrayışının gücüyle doğru ve güzel mimarlığı canlandıran “yetkin mimar”ın ortaya çıkmasına, dolayısıyla “Akademi”lerin oluşmasına neden olmuştur. (Resim 4-6) Bu noktadan sonra mimarlık düşüncesinde metinlerle çizimler her zaman birarada olacak, mimarlık kuramı bunlar arasında kurulan ilişkilerle şekillenecektir. Mimarlık kuramının bu iki temel unsuru olan metinler ve çizimlerin sürekli olarak geçmişi şimdiye aktaran etkin araçlar olduğu daima gözönünde bulundurulmalıdır. Hatta 20. yüzyılın başına kadar yetkin mimarların herhangi bir şekilde mimari geçmişin kendisi için en değerli olan bir parçasını (klasik, gotik, Rönesans, Osmanlı vs.) çok iyi bilmek zorunda olan ve bundan idealleştirmeler çıkaran kimseler olduğu söylenebilir.
Aslında bugün akademik jargonda “geçmişin idealleştirilmesi” ifadesi, içinde bulunulan zamana ait bir uygulamanın veya söylemin geçmişe göre değerlendirilerek olumsuzlanmasını içeren bir değer yargısıdır ve çağdaş bir mimarlık gerçekleştirmek için üretilmiş bir söylem olup aynı zamanda bir basitleştirme yöntemidir. Modernitenin ilerleme tutkusuyla ilgili özünden türemiş olan bu olumsuzlayıcı söylem, 20. yüzyıl mimarlık söyleminde doruğa çıkmış olsa da, bu durum mimarlığın tarihi boyunca geçmişiyle ilgili idealleştirmelerin kendisine vermiş olduğu anlamlarla şekillenmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. Çok bilinen bir örneği tekrarlamak gerekirse, Nikolaus Pevsner’in “bisiklet barakası bir yapıdır; Lincoln katedrali ise bir mimari eserdir” (12) ifadesi, mimarlığın sürekli olarak kendi geçmişiyle anlamlandığını ortaya koyar. Ama bu ifade ayrıca, bütün bir mimarlık tarihini görece yeni ortaya çıkmaya başlamış arkeolojik ve antropolojik bilgiler ışığında ve bütün dünya kültürlerinin üretimleri açısından değil de, geleneksel Batı mimarlık kuramı içerisinde anlamayı doğrulayan, basitleştirici, sınıflandırıcı, dolayısıyla da idealleştirici bir söyleme de işaret eder.
Pevsner’in söylemi, köklü bir gelenek içerisinde anlamlıdır, çünkü kuramsal olarak analiz ettiği mimarlığı anlamlı ve anlaşılır kılmak için sınırları belirli bir çerçeveye oturtmak, Batılı mimari düşünce geleneğinin temel taşlarından biridir. Nitekim bu alanda ilk otorite kabul edilen Vitruvius’un De Architectura’sı üç sac ayağına bina edilmiştir: Sağlamlık (firmitas), kullanışlılık (utilitas), güzellik (venustas). (15. yüzyılda Leon Battista Alberti, ideal güzelliği “ne kendisine fazladan bir şey eklenebilen, ne de kendisinden bir şey eksiltilebilen” olarak tanımlayarak, pratik bir eylem olan mimarlık sanatını, doğru ve yanlışların sürekli kuramsal olarak saptanması gereken bir alan olarak tekrar belirlemiştir. (13) Alberti’nin zamanında böyle bir güzellik anlayışına nesnel olarak ulaşabilmenin yolu, merkezinde sayıların (numero) olduğu geometrik kurgular ve retorikte ifadesini bulan ahlâkî yaklaşımlardan geçiyordu. Halbuki Alberti’nin Antikite’nin biçimlerinde ifadesini bulduğu matematiksel ve ahlâki güzellik anlayışı, yerini, 18. yüzyılda Le Camus des Mézières ve Etienne-Louis Boullée gibi mimarlar için ışık ve gölgelerle dramatik şekiller alan mimari kütlelerin insan ruhu üzerinde bıraktığı etkilere bırakacaktır. (14) 20. yüzyılın başında Le Corbusier’nin mimarlığı “ışık altında biraraya getirilen kütlelerin ustalıklı, doğru ve görkemli oyunu” (15) olarak tanımlaması, ama hâlâ sayılar ve geometriden oluşan bir düzene önem vermesi ve güzel, sağlam ve kullanışlı yapıları “ahlâki” bulması, geçmişin idealleştirmelerinin biçimlerden bağımsız olarak da yaşayabileceğine dair güzel bir örnektir. (16)
Bu yazıda yapılan açılımların sonucunda, mimarlıkta idealleştirmenin, her zaman bir söylem içerisinde doğrular ve yanlışların bulunduğu iki farklı küme meydana getirmek yoluyla uygun görülen pratiğin olumlanması olarak genel ve kaçınılmaz bir yaklaşım olduğu ortaya çıkmıştır. Mesela rasyonalite, barok üslubu yaratan mimarlar için gözün doğasından kaynaklanan perspektif yanılsamalarını meydana getirmek adına en girift geometrik kurgulara hâkim olabilmekle ilgiliyken, idealize edilmiş antik Yunan strüktürünü rasyonel bulan Marc-Antoine Laugier (1713-1769) için her türlü yanılsama ahlaki olarak yanlıştır ve bu sebeple de çirkindir. (17)
“KLASİK” GELENEKTEN DÖNÜŞEN / FARKLILAŞAN İDEALLEŞTİRMELER
İnsan zihninin tarihsel olguları idealleştirdiğine dair farkındalığı zaman zaman ortaya çıkmış olsa dahi, bu durumun mimarlık düşüncesi açısından bir süreklilik arz ettiği söylenemez. Yine de tarihselci bilincin Avrupa’da yer etmesiyle birlikte, “geçmiş”le ilgili idealleştirmelerin tarihsel süreklilik içerisinde ilerlemeye engel olan bir nevi tutuculuk olduğu fikri hâkim olmaya başlamıştır. Mesela, 19. yüzyılın başında Victor Cousin’in başını çektiği eklektik yaklaşıma göre, tarihsel öneme sahip bütün geçmiş fikirler mükemmel sistemler yaratmak iddiasında olamazlar, ama tarih boyunca bu tür fikirlerin içlerinden işe yarar bir şeyler mutlaka alınmış ve bir başka sistemde faydalanılmıştır. Buna göre, tarihsel olayların gelişiminden haberdar olan ve artık tarihsel süreçleri kontrol etme imkânı olan çağdaş insan, bütün bu sistemler içerisinden ideal fikir parçalarını (
fragments) devşirip ilerlemek için en müsait sistemi meydana getirebilirler. (18) Mimarlıkta romantik-rasyonalist düşünce bu felsefi yaklaşım üzerine oturtulmuş, geçmişten özenle seçilerek biraraya getirilen parçaların evliliğiyle gelecekte olgunlaşacak yeni bir sistemin oluşum sürecinin (
transition) başlatılması amaçlanmıştır. (19)
Daha sonra temelsiz bir eklektisizme dönüşecek olmasına rağmen, felsefi eklektik yaklaşımda, durağan bir tamamlanmışlık vadeden tümel idealleştirmenin reddedilmesi ve toplumsal (ve mimari) ilerlemenin kontrol edilmesi gereken evrimsel bir gelişim, ilerleme olarak görülmesi, 20. yüzyılın sonuna kadar bir daha görülmeyecek olmasına rağmen, “içinde bulunulan süreç” fikrini mimarlık düşüncesine adeta kazımıştır. 20. yüzyılın başında Adolf Loos, eleştirdiği Sezession mimarisinin “zavallılığını”, onun yüzde yüz “tamamlanmış” olmasına vurgu yaparak belirtmek istemiştir. (20) Halbuki herhangi bir idealleştirme sürecinden geçmeksizin bir mimari üslûbun ortaya çıkmasının imkânsız olduğu söylenebilir. Nitekim Adolf Loos’un da başına çektiği modern hareketin hem ilkelerinin hem de biçimsel yapısının giderek net bir “tamamlanmışlık” ifade etmiş ve yeni mimari “modern mimari” veya “uluslararası üslup” tabirlerinin imgesel karşılığını oluşturmuştur. Modern hareketin tarihsel süreç içindeki kendi farkındalığı, adeta determinist biçimde tarihin kendisine verdiği bir misyonu gerçekleştirmekle görevlendirmek amacında olmasından hemen anlaşılabilir. Aynı determinizm, hareketin kendi oluşumunu geçmişin bir devamı olarak değil de, zaman içerisinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan devrimlerden biri olarak görmesine neden olmuştur. Le Corbusier’nin çığır açıcı Bir Mimariye Doğru adlı kitabında da fark edileceği gibi, yeni mimari, Pericles devri Yunan mimarisi, Roma’nın altın çağı veya Rönesans gibi taze bir başlangıçtır. Ancak, 20. yüzyıl mimarisi bütün olarak değerlendirildiğinde avagart sanat ve mimarlık düşüncesinde bugün de devam eden bir “yenilik” arayışının hemen görülmesi, “tarihsel süreç”in güçlü varlığını hissettirir.
Kısacası, idealleştirmenin genel bir düşünce refleksi olarak anlaşılması gerektiği tekrar hatırlatılmalıdır. Mesela, felsefi eklektisizm, durağan, tamamlanmış, ideal bir mimarlığı reddetmiş olsa da, en azından karşı çıktığı durumu tespit ederken olguları basitleştirecektir. Şöyle ki, neo-klasik mimarlık, orta ve kuzey Avrupa’ya uymayan bir mimarlıktır; Rönesans bir sentez olarak başlamışken, Greko-Romen mimarlığın tam etkisi altına girerek zamanla yeniden canlandırmaya dönüşmüştür. Tarih boyunca iki yabancı unsur biraraya getirildiklerinde, bunlardan yeni bir şey doğmuş ve bu şey gelişerek ilerlemiştir. Başka bir örnek vermek gerekirse, yapı-söküm yöntemiyle Batılı mimarlık düşüncesinin hâlâ beslenmekte olduğunu düşündüğü idealist düşünce sistematiğinden azad etmeyi amaçlayan Eisenman’ın ise, en azından dil, kültür ve mimari kompozisyon arasındaki ilişkilerin kuvvetini anlambilimsel (semiyotik) bir perspektiften idealleştirdiğini söyleyebiliriz.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Özetle,
çok boyutlu bir düşünce alanı olan mimarlıkta, diğer düşünce alanları gibi ve onların paralelinde çağdaş idealleştirmeler üretilmesi zorunludur; aksi takdirde nasıl yeni, güzel ve doğru bir mimari tasarımın gerçekleşebileceğine dair bir inancın oluşması mümkün olamazdı. Batıda mimarlığın kuramsal kökleri idealleştirmeye ilişkin çok önemli iki aşamadan geçmiştir: 15. yüzyılda antik Yunan ve Roma dönemlerinin dünya görüşü ve sanat anlayışının yeniden benimsenmeye çalışılmasıyla geçmişin “klasik” anlamda idealleştirilmesi tekrar başlamış, 19. yüzyılda ise bu gelenek yavaş yavaş çökerken, idealleştirilen geçmiş Avrupa Ortaçağı’nı da kapsar hale gelmiştir. Öte yandan, Rönesansla birlikte dirilen Vitruviusçu geleneğin başlattığı geçmişin ideal kurgularının araştırılması çabalarıyla amaçlananın sadece geçmişi aynen canlandırmak olmadığı, esasında geçmişi bugün içinden idealleştirmek yoluyla ideal bir gelecek yaratmak olduğu, Batılı mimarlık kuramının 19. yüzyılın sonuna kadar bu yöntemle adım adım ilerlediği söylenebilir. 19. yüzyılın ikinci yarısında artık kuramdan bağımsız, saf bir eklektisizmin yaygınlaşmasıyla birlikte iyice belirginleşen klasik geleneğin çöküş döneminde, modern hareketin doğuşuna kadar yeni bir idealleştirme kuramı hayat bulamamış olmasına rağmen, kısmen gotik canlandırmacılığın estetiğinden doğan art-nouveau yoluyla klasik karşıtı fikirler 20. yüzyıl avangardına uygun bir zemin hazırlamıştır. Gotik estetiğin reddedilmesi ama rasyonalitesinin idealleştirilmesiyle başlayan bu sürecin sonunda Makine Çağı’yla özdeşleştirilen bir mimari üslup kısa zamanda bütün dünyaya hâkim olmuştur.
NOTLAR
1. Bu çalışma yazarlardan Uğur Tuztaşı’nın “Koruma ve Tarihsel Açıdan İdealleş[-tiril-]miş ‘Türk Evi’nin Arkeolojisi: Osmanlı Evinin Fragmanları ve Tipolojik Elemanları” adlı yayımlanmamış doktora tezinin bir bölümüne dayanmaktadır. Bkz. MSGSÜ FBE, Haziran 2009, Tez danışmanı: Prof. Dr. İlgi Y. Aşkun (Restorasyon Anabilim Dalı).
2. Magee, 1990.
3. Condillac, 2001, s. 45.
4. Derrida, 1994.
5. Durand, 2000.
6. “Daha 18. yüzyılda İtalyan tarihçilerinden Giovanni Battista Vico (1688-1744), sürekli bir değişim ve gelişim içinde olduğunu belirttiği “tarih”i insanoğlunun bilincinin zaman ve mekân içindeki evrimini araştıran bir bilim dalı olarak kabul etmekteydi”. Özer, 1982, s.2.
7. Entwurff einer historischen Architektur, 1724. Fischer von Erlach’ın “Tarihi Mimari Üzerine Çalışma” anlamına gelen kitabı, sadece Batı mimarlığının geçmiş ve modern örneklerinden bir kaçını derlemekle kalmamış, Osmanlı camilerinden Çin pagodalarına kadar birçok Batı dışı imgeye de, kendisinin de bir yaratıcısı olduğu modern zamanların (barok) önceli gibi okunacak şekilde kitabında yer vermiştir. Bu konuda bakınız: Passmore, 1951, ss.472-473.
8. Alberti, 1988; Tavernor, 1998.
9. Stern, 1988, s.9.
10. Sebastiano Serlio (1475-1554), Architettura, 1537-1551; Giacomo da Vignola (1507-1573), Regole delli Cinque Ordini d’Architettura, 1562; Andrea Palladio (1508-1580), Il Quatro Libri dell’Architettura, 1570; Claude Perrault (1613-1688), Ordonnance des Cinq Espèces des Colonnes selon la Méthode des Anciens, 1673; Julien-David Le Roy (1724-1803), Ruines des plus beaux monuments de la Grèce, 1758. Antoine Desgodets’in Roma’da yaptığı ölçümler bu eserlerin Vitruvius’un oranlama sistemine uymadığını göstermiştir (Herrmann, 1973, s.79).
11. Bkz. Pérez-Gómez, 1996, s.18 vd.
12. Pevsner, 1982, s.15.
13. Alberti, 1988.
14. Le Camus De Mézières, 1992; Boullée, 1976, ss. 81-116.
15. Le Corbusier, 1995, s. 58.
16. Le Corbusier’nin antik Roma inşa geleneğini, “saf” geometrik kütlelerini “ahlaki bir mesele” olarak görmesi dikkate değer: “Pas de verbiage, ordonnance, idée unique, hardiesse et unité de construction, emploi des prismes élémentaires. Moralité saine.” (Boş laf değil düzen, tek bir düşünce, cesaret, yapım yöntemi birliği, temel prizmaların kullanımı. Sağlıklı [bir] ahlak [anlayışı]). Bkz. Le Corbusier, 1995, s.128.
17. Laugier, 1977.
18. Cousin, 1970, ss.17-18.
19. Van Zanten, 1987.
20. Loos, 1982, ss.124-129.
KAYNAKLAR
Alberti, L. B. 1988, On the Art of Building in Ten Books, (çev.) Joseph Rykwert, Robert Tavernor, MIT Press, Cambridge, Mass.
Boullée, E. L. 1976, “Architecture, Essay on Art”, Helen Rosenau, Boullée and Visionary Architecture, Academy Editions, Londra.
Condillac, E. B. De 2001, Essay on the Origin of Human Knowledge, (çev.) H. Aarsleff, Cambridge University Press, Cambridge.
Cousin, V. 1970, Fragments Philosophiques, Pour Servir À L’histoire De La Philosophie, cilt: I, Slatkine Reprints, Cenova.
Derrida, J. 1994, Göstergebilim ve Gramatoloji, (çev.) Tülin Akşin, Alfa Yayınları, İstanbul.
Durand, J. N. L. 2000, Précis of The Lectures on Architecture with Graphic Portion of the Lectures on Architecture, (çev.) David Britt, Getty Research Institute, Los Angeles, CA.
Gympel, J. 2006, The Story of Architecture: From Antiquity to the Present, Könemann.
Herrmann, W. 1973, The Theory of Claude Perrault, A. Zwemmer, Londra.
Klotz, H. 1991, Von der Urütte zum Wolkenkratzer: Geschicte der gebauten Umwelt, Prestel- Verlag, Münih.
Laugier, M. A. 1977, An Essay on Architecture (Essai sur l’Architecture, 1753), (çev.) Wolfgang ve Anni Herrmann, Hennessey & Ingalls, Los Angeles.
Le Camus De Mézières, N. 1992, The Genius of Architecture, or the Analogy of that Art with our Sensations, Getty Publications, Santa Monica.
Le Corbusier, 1995,Vers Une Architecture, Flammarion, Paris.
Loos, A. 1982, “The Poor Little Rich Man”, Spoken into the Void: Collected Essays 1897-1900, MIT Press, Cambridge, Mass.
Magee, B. 1990, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, (çev.) M. Tunçay, Ş. Alpay, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Özer, F. 1982, Çağdaş Mimari Dizaynlamada Tarihsel Sürekliliğin Değerlendirilmesi, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul.
Passmore, E. 1951, “Fischer von Erlach: Architect to a Monarchy”, RIBA Journal, sayı: LVIII, ss.472-473.
Pérez-Gómez, A. 1996, “Introduction”, Claude Perrault, Ordonnance for the Five Orders of Architecture, (çev.) Indra Kagin McEvans, Getty Publications, Santa Monica.
Pevsner, N. 1982, An Outline of European Architecture, Penguin Books, New York.
Stern, A. M. R. 1988, Modern Classicism, Rizzoli, New York.
Summerson, J. 2005, Mimarlığın Klasik Dili, (çev.) Turgut Saner, Homer Kitabevi, İstanbul.
Tavernor, R. 1998, On Alberti and the Art of Building, Yale University Press, New Haven.
Van Zanten, D. 1987, Designing Paris: The Architecture of Duban, Duc, and Vaudoyer, MIT Press, Cambridge.
Vaudoyer, A.L.T. ve L. P. Baltard, 1818-1833, Grand Prix d’Architecture, Paris.
Bu icerik 23296 defa görüntülenmiştir.