KENTLEŞME
Mustafa Sönmez ile Kentsel Rantı Tetikleyen Sosyo-Ekonomik Değişimler Üzerine:
“İstanbul Belki Bundan Sonra Daha Fazla Tehdit Altında”
İktisatçı-yazar Mustafa Sönmez, Türkiye kentlerinin ve özellikle İstanbul’un 1980’lerden bu yana geçirdiği dönüşümü, karşı karşıya olduğu tehditleri ve ne yapılması gerektiği konularında sorularımızı yanıtladı.
MİMARLIK: İstanbul kentinin sosyo-ekonomik ve kentsel dönüşümünün kısa bir tarihçesi ile başlayabilir miyiz?
Mustafa Sönmez: İstanbul’un sosyo-ekonomik dönüşümünün miladı 1980’dir, birçok şeyin miladının olduğu gibi. Ne oldu İstanbul’a? Azman sanayi metropolüyken, 1980’den başlayarak bizzat kendisi bir meta haline getirilip, alınır satılır bir “küresel” kent oldu, yani İstanbul metalaştı. Kapitalizmin değişmez en esas kuralıdır metalaştırmak, her şeyi alınır satılır hale getirmek. İşte suyu, havayı, toprağı, emeği, olabilecek her şeyi alınır satılır hale getirmek. Bunun vardığı son aşama ise kentleri metalaştırmak, kent satmak, kent toprağı üstünden, kent rantı üstünden birikimi sürdürmek. 1980 öncesine kadar sermaye birikimi esas olarak sanayiden geliyordu. Yani sanayi sermayesi, sanayi işçisi çalıştırıyordu, o işçiden elde ettiği artık değerle yolunda ilerliyordu, birikimini sağlıyordu ve sanayinin toplandığı yer de İstanbul’du. Yani İstanbul, esas olarak büyük sermayenin sanayi kimliğiyle, profiliyle var olduğu, insanların kırlardan gelerek sanayi işçisi oldukları, fabrikalarda çalıştıkları bir mekândı. Dolayısıyla İstanbul’un taşının toprağının bugün olduğu kadar fazla da bir değeri yoktu. Onun içindir ki, o kırdan gelen sanayi işçileri bugün taşı toprağı altın haline gelen Gültepe’ye, Çeliktepe’ye gecekondularını kondurduklarında, sanayi patronları hiç oralı olmuyorlardı. Çünkü sonuçta barınma ihtiyacını halledecek ve barınma ihtiyacını gecekonduyla hallettiği için ücret talebi de ona göre düşecek, dolayısıyla varsın onlar o topraklarda gecekondularını oluştursunlardı. Çünkü önemli olan sanayi işçisinin yüksek ücret talep etmemesi ve sanayi üstünden sermaye birikiminin devam etmesiydi. Bu 1960’lı, 70’li yıllara kadar böyle sürdü.
M: 1980’den sonra nasıl bir rol değişimi oldu?
MS: 1980’den sonra dünyada ve Türkiye’de bir sürü şey oldu ve İstanbul bir rol değişimine gitti.
İstanbul artık sanayi azmanı bir metropol olmaktan çıkarılarak, bizzat toprağı satılan, toprağı metalaştırılan, arsası metalaştırılan bir kent oldu. 1970’lerde yavaş yavaş sanayinin dışarıya aktarılması sözkonusu oldu: Çerkezköy’e, Bursa’ya, Kocaeli’ne, Sakarya’ya, Bolu, Düzce derken diğer çevre illere sanayinin desantralizasyonundan sonra İstanbul’a dönüldü. Artık, İstanbul arsasını işlemek, kent rantını köpürtmek gerekiyordu. Gecekonduların kondurulduğu topraklar, kamusal arsalar ve değerlenen bakir arsalar üstüne devasa yapılar kurulup, plazalar inşa edip, artık o İstanbul toprağını satmak zamanıydı, üstelik de bunu küresel sermayeye satmak zamanıydı.
M: “Küresel sermaye” vurgulanması gereken en önemli nokta. Bölge coğrafyasına hâkimiyeti de önemli değil mi?
MS: Evet, çünkü şöyle bir haritaya bakıp, pergelin ucunu İstanbul’a koyduğunuzda, buradan çok mükemmel bir kontrol kulesi inşa etmek mümkün, diyorlardı. Yani çok uluslu şirketler bütün Karadeniz’e, Doğu Akdeniz’e, Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya buradan hükmedebilirler, kontrol kulelerini burada kurabilirler. Dolayısıyla biz İstanbul’u onlar için bir karargâh haline getirebilir ve buradan onlara ofis, muhtelif mekânlar, yeme-içme mekânları, eğlence mekânları, alışveriş merkezleri kurup, İstanbul’u bunun uluslararası mekânı haline getiririz.
M: Türkiye sermayesi de profil değiştirdi dediniz. Bu değişim de bu süreci tetiklemiş olabilir mi?
MS: Sanayici diye bilinen kesimler, artık o sanayiyi Anadolu’daki, mesela Kayseri’deki, Antep’teki, Denizli’deki KOBİ’lere yavaş yavaş terk etmeye başlayıp, kendileri İstanbul’un emlakini satan, uluslararası düzeyde, finansına aracılık yapan ve İstanbul’u pazarlayanlar haline geldiler. Mesela gözünüzün önüne Karayolları arsası üstüne kurulmuş, Zorlu Grubu’nun plazalar projesini getirin. Zorlu Grubu, bildiğiniz gibi sanayici yanı olan Vestel Grubu, ama Karayolları arsası öyle mükemmel, öyle ağız sulandırıcı bir arsaydı ki, bu arsayı Özelleştirme İdaresi’nden metrekaresini 8 bin Dolardan aldı. 96 dönümlük bir arsa bu ve şimdi metrekaresi 10 bin ilâ 18 bin dolar arasında değişen fiyatlarla satacağı devasa bir bina bloğu dikiyor oraya. Neredeyse 120 metrekarelik bir dairenin bile 2 milyon Doların üstünde satılacağı söyleniyor. Ortada bir kamusal alanın nasıl olmadık fiyatlarla özelleştirildikten sonra sermayeye nasıl müthiş bir rant sağladığının en tipik örneği var. Oradan her geçişimizde bunu hatırlamalıyız.
Kuşkusuz bu İstanbul’u küresel kontrol kenti haline getirmenin ve gökdelenleştirmenin ortaya çıkardığı devasa rantların, (yani İstanbul olabilir, konumu gereği gerçekten müthiş kent rantlarının yaratıldığı bir yer olabilir) olduğu gibi sermayeye aktarılması, önüne geçilmez bir şey değildi.
M: Bu öngörülebilir bir süreçti. Peki, kent üzerinde alınan kararların toplumsal (olası) uzlaşılar ile alınmadığı bir ortamda ne yapılmalıydı sizce?
MS: İstanbul’u öyle köhne bir azman sanayi metropolü olarak tutmak elbette gerekmiyordu. İstanbul’a yeni bir işlev yükleyerek, ama ortaya çıkan kent rantlarını da vergileyerek, o vergiyi toplumsallaştırmak mümkündü. Bu yapılmadı, o rantlar olduğu gibi bir avuç sermayedara peşkeş çekildi ve ardı ardına gördüğünüz gökdelenler dikildi.
Bu demin örneğini verdiğim Vestel Zorlu Grubu değil tabii tek örnek. Mesela Eczacıbaşı sanayici diye bildiğiniz işte Kanyon projesi, Belgrad Ormanları içerisinde yapılan gayet lüks binalar… Mesela Alarko var, işte İş Bankası Kanyon’la beraber aynı projede. Bütün sanayici olarak bildikleriniz bu ortaya çıkan fırsatı değerlendirdiler, ben de olsam ben de yaparım. Kapitalizmin kuralı budur, kârı nerede daha fazla görüyorsan, kâr oranı nerede yüksekse oraya gideceksin. Biri de seni vergilendirmiyorsa, ortaya çıkan kent rantını sana bahşediyorsa, sanayiyi tabii ki kapatırım, gelirim burada bu işi yaparım. Nitekim bu yapılıyor ve bu esas olarak sermaye birikiminin kaynağı oldu.
Çünkü sanayide de açık söyleyelim, ısrar edemezdiler, yani böyle bir yönlendirme ve teşvik yoktu, sanayide kalın diye. Çünkü sanayide kalmak meşakkatli şey… Asya’nın o devleriyle yarışacaksın, teknoloji geliştireceksin, kalkıp Avrupa’da onlarla yarışacaksın. Halbuki bak ne güzel bir şey çıkmış ortaya, elinde İstanbul diye bir nimet var ve de sana kapılarını ardına kadar açmışlar. Bunu yağmala yağmalayabildiğin kadar, niye sanayiyle uğraşacaksın? İşte buna da çanak tutuldu, bütün iktidarlar 1980 sonrası istisnasız bir küresel kent sıtmasına yakalanarak, bunu bir şekilde teşvik ettiler, önünü açtılar, hiçbir kural vs. tanımaksızın bu ortaya çıkan devasa rantları sermaye birikiminin ana rüzgârı haline getirdiler. Sonuçta da ortaya böyle tuhaf isimli bir sürü plazalar arka arkaya çıktı. Böyle böyle ucube bir yer haline gelme yolunda İstanbul.
M: İstanbul’a bunlar olurken Anadolu nasıl etkileniyor bu süreçten?
MS: Bu küreselleşme dediğimiz süreç, bir tür çöl fırtınası… Yani öyle bir esti ki, İstanbul böyle bir rolü alırken, Anadolu’ da da bu çöl fırtınasından sonra çok farklı tepeler oluştu, farklı işlevlere büründü kentler. Anadolu’da kentler arasında da bir işbölümü ortaya çıktı. İstanbul, kent rantının zirveye vardığı, finansın güya merkezi, hizmetin, beyaz yakalıların mekânı, medyanın, reklam endüstrisinin, kültür endüstrisinin merkezi halinde ve uluslararası sermayenin bir kontrol kulesi, bir karargâh üssü. Böyle olunca şimdi diğer kentlere de buna bağlı olarak belli roller verildi.
Bazıları terk edilmiş sanayinin merkezi olmaya başladılar. Denizli, tekstil merkezi oldu. Antep makinenin, ipliğin merkezi oldu. Kayseri, mobilyanın, ev tekstilinin merkezi haline getirildi ve böyle roller dağıtıldı. Bütün bu kentlerde de baktığınızda, bu kentin toprağı üstünden birikim sağlama ve kentin toprağını bir anlamda yağmalama, onun rantına konma, benzer şekilde bütün Anadolu’daki kentlere de sirayet etti. İstanbul’da olan bitenler, bu kentlere de taşınmaya başladı, orada da kentin merkezine plazalar, AVM’ler yapılmaya başlandı. Geleneksel kent dokuları yerle bir edilerek muhtelif havuzlu, korumalı villa siteleri yapılmaya başlandı ve yavaş yavaş bütün kentlerin genleriyle oynandı. Sonuçta ortaya böyle bir çöl fırtınası sonrası yeni bir şey çıktı. Anadolu’da bunlar olurken ipler yine İstanbul’un elinde, kontrol İstanbul’daki holdinglerde.
M: Peki kentte yaşayanlar, kentte barınmaya, tutunmaya çalışanlara neler oldu?
MS: 1980 sonrası öyle bir küresel fırtına esti ki, kırlar boşalıp kentlere geldi, yani şu anda nüfusun dörtte üçü kentlerde, dörtte biri kırlarda kaldı. Bu üstelik her tür kente, yani güneydoğuda savaştan ve zorunlu göçten toprağından kopanlar Diyarbakır’ın merkezine yığıldılar, keza Van’a yığıldılar, Anadolu’da Kayseri’de merkezde yığıldılar, Malatya’da merkezde yığıldılar. Yani hem kırlar boşaldı, hem de çeperde kalmış ıssız kasabalar ve ilçeler boşaldı. Böylece ortaya devasa irili, ufaklı çeşit çeşit boylarda kentler çıktı ve bu müthiş iç göçle beraber yapılaşma denilen bir süreç, yıkıcı yapılaşma hızlandı. Geleneksel kent dokularını mahveden, tek düze, tek tip bir kentleşme yaşandı. Gözünüzü kapatıp açarsanız, hangi şehirde olduğunuzu anlamanız mümkün değil, birbirine benzeyen yapılar, birbirine benzeyen alışveriş merkezleri, dokular şablondan çıkmış gibi. Tabii bunlara bir de bu TOKİ denilen illetin taşımış olduğu şablon yapılanmalar eklendi…
M: Bu süreçte kamu otoritesinin rolü ne oldu?
MS: İstanbul’dakiler başta olmak üzere, kent toprağının yağması devam ederken, kamu bir taraftan bu yağmaya bir şekilde hukuki bir çerçeve, bir meşru zemin hazırlıyor, bir taraftan da altyapı yetiştirmeye çalışıyor. Fakat bu altyapı gelin görün ki yine halkın vergileriyle yapılıyor. İstanbul’un kamu altyapı yatırımlarına baktığınızda, üçte ikisinin ulaştırma ile ilgili olduğunu görürsünüz. Yani alt yollar, üst yollar, viyadükler bütün bu plazalar ağının ortaya çıkarmış olduğu trafik keşmekeşini aşmak üzere halkın ödemiş olduğu vergiler, doğrudan doğruya bu rant düzenine, rant çarkına altyapı olarak harcanıyor. Kent toprağını yağmalamakla kalmıyorlar, aynı zamanda halkın vergilerini bu kendi düzenlerinin altyapısı olarak kullanıyorlar ve belediyeler, merkezî yönetimler de bunu sağlıyor. Kentlinin hem kentin hakkı olan, kentin rantından yararlanamaması gibi bir mağduriyeti var, hem de ödediği verginin kendisine eğitim, sağlık, barınma olarak geri dönmeyip, tamamen sermayenin kâr oranlarını artıran bir altyapıya dönüşmesi gibi bir haksızlığa uğraması söz konusu.
Mahalli idarelerin harcamalarına baktığımızda, 2009’da örneğin, mahalli harcamaların kullandığı kaynakların % 30’una yakını İstanbul’a ait. Bunun da çok azı halka yansıyan harcamalar. Harcamaların üçte ikisi ulaştırmayla ilgili ve tamamen bu rant düzenini çevirmeye dönük kullanılan kaynaklar. Benzer şeyleri Ankara’da da, İzmir’de de görebilirsiniz. Doğu, Güneydoğu ve Anadolu’nun diğer birçok yerinde mahalli harcamaların nüfusa göre çok düşük olduğunu, oysa bu büyük kentlerde daha da yükseldiğini görürüz.
M: Önümüzdeki yıllar için öngörülerinize gelirsek?
MS: Farkındayız ki dünyada çok esaslı bir altüst oluş, bir mükemmel fırtına, kriz yaşanıyor, bu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en dehşetli kriz ve etkilenme anlamında bundan hiç kimse muaf değil. Global Metro Monitor, dünyadaki kentler krizden ne kadar etkilendiler diye her yıl araştırma yapıyor. 2008-2009 krizinde tespit ettiler ki, en olumsuz etkilenenlerden birisi İstanbul. İkincisi Moskova, sonra Dublin var İrlanda, Riga İzlanda, Madrid İspanya, Barselona keza…
Hemen devamında toparlanma yılı olan 2010’da ne oldu? 2010’la, 2011’in ilk yarısında, orada İstanbul’u en hızlı toparlanmış il, metropol olarak gösteriyorlar ve beraberinde Moskova. 2010-2011’de adına yükselen ülkeler denilen çevre ülkeler daha hızlı krizden çıkarken, bu sıcak paranın yeniden dönüşüyle beraber İstanbul biraz kendine geldi. Çok hızlı bir inşaat sektörü canlanması krizden çıkışta etkili oldu.
M: Sizce 2011 sonrası İstanbul’da ne olacak?
MS: 2011’in ikinci yarısından itibaren bütün dünya ekonomisi tekrar inişe geçti. Özellikle Avrupa’da yaşanan ciddi borç krizi Türkiye’yi çok hızlı biçimde etkiliyor. Gösterge olarak sadece dolar kurunu alırsanız, dolar kurunun 2 ay içerisindeki Türk parasının değer kaybı % 20’yi aştı ve bütün Merkez Bankası müdahalelerine rağmen buralarda bir yerde duruyor. Bu ne demektir? Bu başta İstanbul olmak üzere bu bölgenin ciddi olarak bir inişe geçmesi, yeni baştan bir krizi yaşaması demektir. Yani burada Türkiye ekonomisi tekrar bir daralma, küçülme, beraberinde bir yoğun işsizlik süreciyle karşı karşıya kalacak.
Şimdi burada bunlar eğer olacaksa, İstanbul’u ne bekliyor? Bunun yanıtı olarak şunu söyleyelim: İlk el atacakları yer İstanbul’dur yine. Burada krizi göğüsleyebilmek için veya krizin ortaya çıkarmış olduğu yangını yatıştırmak için kullanacakları bütçeye kaynak olarak kullanacakları yer İstanbul. Dolayısıyla İstanbul belki bundan sonra daha fazla tehdit altında.
M: İstanbul’a yönelik bu tehdit, neleri kapsıyor sizce?
MS: Şimdiye kadar gerçekleştiremedikleri Galataport’un satışı, Haydarpaşaport’un satışı, bütün o kamusal arsaların, bütün kamu mülklerinin, hastanelerin, belki üniversite binalarının, bütün bunların satışı bunların vazgeçemeyecekleri, canhıraş bir şekilde ellerini atacakları ve buradan bir özelleştirme geliri elde etmeye çalışacakları kamusal mülkler, alanlar, varlıklar. Dolayısıyla İstanbul’u esas bundan sonrasında ciddi ölçüde tehlikeler bekliyor.
İstanbul’un dışında satacakları bir KİT filan kalmadı. 2011’de 4 milyar TL’lik özelleştirme yapabildiler, önümüzdeki 3 yıla hedef olarak yıllık 12 milyar TL koyuyorlar. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu İstanbul’u satmak, İstanbul’a bunun için vargüçleriyle saldıracaklar. Bunu kolaylaştırsın diye bir rant bakanlığı kurdular, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” adı altında. Belediyelerin bütün yetkileri bu bakanlığa teslim edildi, üstelik de ayak bağı olmasın diye Mimarlar Odası’nı da neredeyse kendilerine bağlayacaklar, mevzuat vs. itibariyle. Bütün bilirkişi gibi kurumları da kendilerine bağlayarak, yani dikensiz gül bahçesi içinde bu satışları yapabilmek ve İstanbul’u daha fazla satabilmek için bunun bakanlığını, çerçevesini de hazırladılar.
M: İstanbul’un başına gelenleri Anadolu anlıyor mu?
MS: Aslında İstanbul’un başına gelenler, Anadolu’nun da başına geliyor. Anadolu’nun başına gelenler de İstanbul’un… Bunlar birbirinden kopuk değil. Çünkü İstanbul’un rantına hücum ve bu politikaları desteklemek, Anadolu’yu kuraklaştırıyor. Anadolu’dakiler (bunu anlatmak lazım) “İstanbul’dan bana ne?” dememeliler. Çünkü aslında akıp giden, sermaye olarak, emek olarak Anadolu’dan gelenler, Anadolu’da biraz palazlanan İstanbul’a geliyor. Anadolu’da biraz okuyan, oradaki beklentilerine karşılık bulamayınca İstanbul’a geliyor ve İstanbul sürekli kendine yontuyor, çekiyor. İstanbul’a her gelen Anadolu’nun mahrumiyetine dönüşüyor. Dolayısıyla bu bütünü bir şekilde anlatmamız gerekiyor.
M: İstanbul’da bu durumdan en çok etkilenen kesimler kimler?
MS: İstanbul’a olan bitenler esas olarak ücretlilere oluyor, ücretli sınıfa oluyor; çünkü İstanbul nüfusunun % 81’i ücretli. İstanbul’un kremasını, bütün rantını yiyen, son derece düşük bir kesim. Burada belki Amerika’da çok moda olan % 1’den bahsedebiliriz. İstanbul’a düşen milli gelir pastasının içinde bu % 1’lik kesim, İstanbul’un gelirinin % 33’ünü alıyor. Burada inanılmaz bir oligarşi var.
Çok moda bir deyim var, yeni bir orta sınıf ortaya çıktı, işte buradan herkes nasipleniyor falan, yok böyle bir şey. İstanbul’da finans kesiminde, medya, kültür endüstrisinde iyi kazanan ücretli bir kesim var. Ama ücretli sınıfın çok önemli bir kısmı, gerçekten asgari ücretli. % 20’ye yakını kayıtsız çalışan, sigortasız çalışan ve çok önemli bir kısmı da hâlâ, mesela % 25’i, imalat sanayi işçisi. Merter’lerdeki tekstil, konfeksiyon, muhtelif gıda sektörü ucuz emekle dönüyor. İstanbul’un yağması, % 1 gibi bir azınlığın yağması, ama bundan muzdarip olan esas olarak ücretli sınıf, çalışan sınıf ve işsiz sınıf var.
M: Reçeteler üretmek anlamında değil ama, ne yapmalı?
MS: İstanbul’un ve bütün diğer kentlerin başına gelen, bu deminden beri konuştuğumuz çevreye, doğaya yapılan zulüm, bu yağma, bunları saatlerce konuşabiliriz, ama bütün bunları bizim sokağa anlatmamız lazım. Bu süreçten doğrudan muzdarip olanın, bu soruna sahip çıkması lazım. İstanbul’a sokağın sahip çıkması lazım. İstanbullular esas olarak Galataport’u yaptırmamalılar, Galata’ya sahip çıkmalılar, Haydarpaşa’ya sahip çıkmalılar, 3. köprüyü yaptırmamalılar. Kendi vergileriyle belediyelerin bütün bu rant düzenine altyapı sağlamasına karşı çıkmalı, eğitim, barınma, sağlık, adalet, hizmet, kültür haklarını savunabilmeliler. İstanbul’a kentliler bizzat kendileri sahip çıkmadıkça, bu azgın saldırının önünü almak mümkün değil.
Kuşkusuz sadece İstanbul değil, bu bütün kentler için geçerli. Kentliye şunu anlatmak gerekir: Hedefte sen varsın. Bu toprak, bu yeşil alan senin alanın, bu çocuk parkı olması gereken arsaya sen sahip çık, aksi takdirde gelip buraya da inşaatlarını yapacaklar. Bu neoliberal belediyelere sen karşı çık, senin ulaşım hakkına, senin su hakkına, senin ısınma, barınma hakkına, böylesi meta göz yaklaşımıyla davrananlara ve bunun üstünden sermaye birikimi sağlayanlara sen karşı çık, sen müdahil ol.
Bunu başaramazsak bizim bu azgın saldırıyla baş etmemiz mümkün değil... Ne yapıp edip, kentliye, kent insanına başına gelenleri anlatmamız ve bunun değişmez bir kader olmadığını mutlaka söylememiz, örgütlenmesini ve bütün bu hakları için mücadele etmesine önderlik etmemiz, öncülük etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde bu yağma, toz duman edecek hepimizi.
Bu icerik 5466 defa görüntülenmiştir.