356
KASIM-ARALIK 2010
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • İstanbul
    Murat Belge, Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi

  • İstanbul Dekorlaşıyor
    Çiğdem Şahin, Fener-Balat-Ayvansaray Mülk Sahiplerinin ve Kiracıların Haklarını Koruma Derneği (FEBAYDER) Genel Sekreteri, İstanbul S.O.S Oluşumu Kurucu Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
YERLEŞİM BİLİMİ

Çağdaş Megapolisin Karmaşık Doğası ve Kaotik Büyümesi Karşısında Bilimin Rehberliğine İhtiyacımız Olduğundan Emin miyiz?

Doğan Kuban, Prof. Dr., Mimarlık Tarihçisi

Kuban, “insan yerleşimleri bilimi” olarak tanımlayabileceğimiz “ekistik” kavramının, teorik olarak geçerliliği olan bir kavram olsa bile, uygulanabilirliğini neredeyse imkânsız olarak görüyor. Kentsel çevre ile insan ilişkisinde öngörülemeyen iki boyutu, “insan ve davranışları” ile “politika ve etkileri” olarak değerlendiren Kuban, temel sorunun, çağdaş megapolisin karmaşık doğasını, kaotik büyümesini ve problemlerini kavrayamıyor oluşumuz olduğunu söylüyor. İSTANBUL’u konu ettiğimiz bu sayıda Kuban’ın yazısı, bir megapolisi anlamaya başlamak için iyi bir önsöz.

Bizim sorunumuz ölüm-kalım meselesidir. Benim için değil pek tabii ki. Sizin için de değil ama gelecek nesiller için. Bayan Agni Vlavianos Arvanitis ve Ruşen Keleş’in sunuşlarında olduğu gibi heyecan verici, Udo Simonis’in yakın geleceğe dair ortaya koyduğu gibi sayısal yaklaşımlara ve Murat Karayalçın gibi politikacılara gereksinimimiz var...

“Megapolis” kavramı insanlık tarihinde çok yeni bir olgudur. Megapolis, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve yoksul kalabalıkların, otomobillerin, yüksek yapı ve gökdelenlerin, alışveriş merkezlerinin biçimlendirdiği bir neo-liberal kapitalizmin çocuğudur.

Coğrafi ölçekte bu büyük yığılmalar yeni olgulardır. Bunun nerelerde ve nasıl yoğunlaştığına ilişkin güvenilir bilimsel veriler yoktur. Bu yeni doğan çocuğu tarihsel bir çerçeveye oturtmak amacıyla kısa bir önsöz sunmak istiyorum.

İnsanoğlu primatların evriminin en son aşamasıdır. “Erken hominidae”ler (büyük insansı maymunlar) Australopithecus Afarensis olarak da adlandırılan ve 2 milyon yıl öncesinde buzul çağında yaşamış olan canlılardır. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı yapıtı ise 1859 tarihinde yayımlanmıştır. Dünyanın oluşumu 4,5 milyar yıl öncesine dayanır. İnsanoğlu dağların, okyanusların, çöllerin ve ormanların varlığını yaşamıyla birlikte algılamaktadır. Fakat Wegener’in “levha tektoniği” (plate tectonics) üzerine olan teorik çalışması 1930 tarihlidir. Evrimin son halkası 2008 yılında Çin’de bulunan ve kuşlarla dinozorlar arasındaki ilişkiyi gösteren Anchiornis Huxleyi’dir. Bu kuram da ünlü Darwinci bilim adamı Thomas Huxley tarafından 19. yüzyılda öne sürülmüştü.

İnsanlık tarihini binlerce yıldan beri biliyoruz. İnsanoğlunun fizyolojisini Rönesanstan ve hatta Orta Çağlar'dan beri, psikolojisini ise Freud’dan beri biliyoruz. Her geçen gün bu bilgiye yeni bilgilerin eklenmesi ve eski kuramların yenileriyle değiştirmesi ile sonuçlanıyor.  İnsanlığın, yaşamın başladığı dönemden beri bir konut ve barınma tarihi var. Her yeni arkeolojik kazı sonrasında MÖ 10.000 yıllık bir geçmişe uzanan prehistorik dönem yerleşimlerine dair yeni bulgular bulunuyor.

Bütün bu oluşumların her biri ayrı bir bilim ve uzmanlık alanı konusu ve her biri kendine has araştırma yöntemleri geliştiriyorlar. Bu tarihsel önsöz, yerleşim biliminin başlangıcı için bir ışık tutsa bile megapolis olgusu analizi zor bir hızla gelişiyor. Bu sürecin tam ortasındayız. Doğasını tam öğrenemediğimizi söyleyemeyiz.


Ansiklopedik olarak “ekistik” kavramı insan varlığı ile ilişkili her konuyu kapsayan çok geniş bir alanı kapsıyor. Kavramın Yunanca kökenli anlamı ise insan yerleşimleri konusudur. Kuramı ilk ortaya atan Constantinos Doxiadis’e göre ekistik, insan yerleşimleri bilimi ve büyük ölçekli planlamaya disiplinlerarası bir yaklaşımı tanımlamaktadır. Fakat “insan yerleşimleri” kavramı neredeyse “insan yaşamı” kavramı ile örtüşür. Bu iki kavram birbirlerini şekillendirirler. Bunun sonucu olarak, gerçek ekistik yapı çevresi tüm bileşenleri ile birlikte, fiziksel yapı, sosyal ve politik yasalar ve değişimin parçası olan bütün aktörlerin tarihsel gelişimlerini hatta ilişkilerinin ara kesitlerini bir bütün olarak ele alan kapsamlı bir inceleme ve çalışma alanı tanımlıyor.

Bilim ve teknoloji, modern mimarlık ve kent planlamacılığının totemleri olmuştur. İlk olarak Doxiadis, 1942 yılında insan yerleşimlerinin bilimsel bir çalışma çerçevesinde ele alınmasını öne sürmüştü. II. Dünya Savaşı döneminin genç mimarlık öğrencileri olarak ekistik kavramının bizim üzerimizde neredeyse mitolojik bir etkisi vardı. Oysa, okulda Beaux Arts sistemini temel alan bir eğitim devam ediyordu. Kentsel planlama dersimize Hamburg kentini planlayan Gustav Oelsner giriyordu. Bu derste öğrendiklerimiz bilimsel ve teknolojik yaklaşımlardan öte, temelde artistik bir yaklaşımdı. Bunu belki de kentsel planlamanın mimarlık ayağı olarak nitelendirebiliriz. Doxiadis’in fikri bu alanda ilk bilimsel temeli olan yaklaşımdır. Ama ne yazık ki bu yaklaşım o dönem bizim müfredatımızın bir parçası olmamıştı.

Bugün bu kavramın neredeyse hiçbir sınırı olmayan muazzam bir bilimsel araştırma alanını kapsadığını görüyorum. Ekistik kavramının geniş repertuarı, yapı tasarımının yanı sıra kentsel planlama ve toplumun planlanması gibi alanları kapsarken, bölgesel planlama, coğrafya, jeoloji, tarım, insan psikolojisi, antropoloji, sosyoloji, kültür, ekoloji ve hatta estetik alanlarını da içermektedir. Doxiadis bu kapsamda insan grupları, insanlar ve politika arasındaki etkileşimleri incelemiştir. Kısacası Ekistik insan bilimi, teknoloji ve sanatın bir bileşimidir.

Burada bulunan her uzmanın da anlayacağı gibi, bu bilgi alanları kısmen burada insan çevresi ve habitat olarak adlandırabileceğimiz alanlarla ilişkilidir. Ancak bu geniş bilimsel sentetik perspektifi modern kent gerçekliği ile karşılaştırdığımda ikisi arasında herhangi bir ilişki göremiyorum. Ekistik kavramının tanımı kuramsal olarak geçerliliği olan bir kavram olsa bile, uygulanabilirliği neredeyse olanaksız görünüyor. Bu nedenle ekistik kuramının herhangi bir temel önermesi (aksiyomu) olup olamayacağı üzerine konuşmak istiyorum. Burada bu sözcüğü matematiksel ya da mantıksal anlamının dışında, genel bir yöntem tanımı olarak kullanıyorum. Bir matematikçi ve mantıkçı olmadığım çok açık olduğu için yerleşim çalışmaları üzerine bir temel önerme sunmam olanaksız. Bu nedenle sadece bilimsel çerçeveye dayanan bir araştırma zemini oluşturma olasılığı üzerine dikkat çekmek istiyorum.

Megapolis üzerine olan gözlemlerimizden ve çıkarımlarımızdan şu anda bize doğru gibi görünen bazı önermeler ortaya atabiliriz. Bu önermelerden, aksiyomlardan ve bazı çıkarım kurallarından genel uygulama ilkeleri elde edebiliriz. Bu temel önerim (aksiyomatik) olarak adlandırdığımız olgudur, ama bu adımların henüz hiçbirini gerçekleştirmiş değiliz.

Filozoflar arasında “bilimsel gerçekçilik” (scientific realism) üzerine süregelen bir tartışma var. Bu filozofların bir kısmı doğrunun peşinde ve bunlar Ortaçağ din adamları köktenci düşünürler. Bu gruba “gerçek realistler” ya da “gerçek gerçekçiler” (truth realists) deniyor. Bunun yanı sıra bir de “yapıcı deneyciler / görgücüler” (constructive empiricists) grubu var. Bunlar “doğru” kavramı yerine “uygunluk / yeterlilik” (adequacy) üzerinde duruyorlar. Bu grubun görüşü, bilimin, deneysel olarak uygun kavramları araştırması gerekliliği üzerine kurulu. Bir de kendi yöntemlerini “doğal ontolojik tavır” olarak tanımlayanlar var ki, bu grup için bilimsel sav, sağduyu ile eşanlamlı. Bu da bu gruptakileri nihai doğrunun peşinde olmaktan uzaklaştırıyor.

Eğer megapolise dair bilgi toplayabilirsek devasa yerleşimleri açıklayabilir ve planlanmalarını yönlendirebilecek kuramsal uygunluğa / yeterliliğe sahip olabiliriz. Ancak henüz böyle bir bilgi birikiminin ve anlayışın olduğu aşamaya gelmedik. Bu nedenle megapolisin güncel durumunu deneysel olarak sunabiliriz.

Tüm sözü geçen bu alanlar, bilimsel kriterler çerçevesinde incelenebilir, gözlemlenebilir olgular olabilir, istatistik olarak sunabilir, ancak bilimsel geçerlilikleri ve değerlerine güvenilemez. Bu nedenle bütün bu bilgilerin biraraya getirilerek karşılaştırmalı değerlendirme yapılabilecek bilimsel ortamlara gereksinimimiz var. Ama farz edelim ki bunlardan herhangi biri, özellikle de istatistik bilgiler, politik nedenlerle, ya da herhangi başka bir nedenle çarpıtılmış ya da tamamen erişilmez durumda olsun. Bu durumda herhangi bir kalkınma planı ya da ekonomik plan yapabilir miyiz? Eğer, yönetimsel konular nedeniyle bir kentin mevcut nüfusu ve bu nüfusun göçler nedeniyle yıllık artış miktarı net olarak bilinemiyorsa, ki İstanbul’da yaşanan durum budur, bu durumda genel bir planlama etkinliği başlatılabilir mi? Bu durum karşısında kent için bir plan ya da ulaşım için bir model hazırlanabilir mi?

Kentsel koruma ve kentsel tarih alanlarında uzmanlık sahibi biri olarak yaklaşık yarım yüzyıl İstanbul ve Türkiye çapında değişik siyasi partiler zamanında uygulanan birçok planlama kararına ve çalışmasına katıldım. Bu süre zarfında hiçbir kent planının, kısmi uygulamalar dışında, tam anlamıyla uygulandığını görmedim. Bugün ise planlama uygulama olarak tamamen safdışı bırakılmış, sadece lafta kalmış bir olgudur. Çünkü “planlama” siyasi olarak dikkat çekici ve önemli bir sözcüktür. Biçimsel olarak bu alandaki örgütlenmede bir eksiklik yoktur. Fakat burada ne yeterli bilinçlenme ne de bilimsel yöntem sözkonusu değildir.

Kentsel çevre ve insanoğlu ilişkisinde öngörülemeyen iki boyut var: Bunlardan birincisi insan ve davranışları, ikincisi ise politikanın etkileridir. Bu gözlemlerin ortak sonucu ekonominin sadece istatistiksel genellemeler ortaya koyduğu ve bazı durumlarda öngörülen sunduğudur. Ancak son ekonomik krizin de ortaya açıkça koyduğu gibi ekonomi bir bilim olarak kabul edilemez.

Çoğu insan bağımlı faktörler, çevresel kararların alınması konusunda öngörülebilirliği olanaksız hale getiriyor. Bu sorun ekistik olgusu için de aynı oranda geçerli. Çünkü son söz her zaman politikacıların. Herkesin bildiği gibi enerji sorunu, dünyanın gelecekteki iklimsel durumu, nüfus artışı ve açlıkla savaşan milyonlarca kişinin geleceği gibi birçok konu gerçekte politikacıların iradesine bırakılmıştır. Dünyanın geleceğini daha emin ve güvenilir hale getirmek için siyasi hak ve insan haklarını eşit dağıtabilen bir politika makinesi icat etmemiz gerekli. İnsanlığı, çevreyi, yerleşimleri yani temelde insan yaşamını kurtarabilmek için, herkesin dünyanın ve çevremizin fiziksel geleceği konusunda uzman bir grup tarafından temsil edilmesi ve bu grubun bu bilgiyi insan ve yaşamına karşı bir empati duygusuyla oluşturması gereklidir. Albert Schweizer’in geçmişte “yaşama saygı” talebinde de altını çizdiği gibi. Belki de ekistik uzmanının böyle bir uzman olması gerekiyordu: Platoncu bir bilge kişi.

Çağdaş düşüncenin en kötü başarısızlığı bilimsel tavır ve bilim arasındaki sınırı tanımlayamamasıdır. Bilim 19. yüzyılın başından beri şanlı statüsünü sürdüregelmektedir. Her bilgi alanı bir bilim olmak ister. Aristo zamanında felsefe bile bir bilim olmayı istemiştir. Bu kısa zamanda saplantılı bir çılgınlığa dönüşmüştür. Bu çılgınlık herkesin de bildiği gibi ancak mantığın, yani aklın reddedilmesi ile sonlanmıştır. Paul Feyerabend’ın ünlü Akla Veda (Farewell to Reason) kitabını hatırlarsınız. Ayrıca mantık / akıl, her kutsal kitapta insanoğlunun en temel niteliği olarak tanımlanır. Eğer mantık / akıl yıkılmışsa, bilim de yıkılmış olur. Neyse ki felsefe düşünce ve kelime oyunlarıyla meşgulken, bilim komut bekler durumdadır. Biz de bir yandan hâlâ uzaya araçlar gönderip onları geri getirmenin hesaplarını yapabiliyoruz. Bir file fare demiyoruz ve dünyanın her bir köşesine tarifeli uçak seferleri düzenliyoruz.

Doxiadis ekistikin bilimsel temeli olan bir kuram olduğunu düşünüyordu. Çünkü olasılıkla gelecekteki yerleşimlerin cehennem gibi yerler olacağının bilincindeydi. Megapolis, eğer bilimsel çerçevede algılanmaz ve planlanmazsa, ki şu anki durumda bu olanaksız gibi görünüyor, kent vatandaşların büyük bir çoğunluğu için cehennem gibi bir yer olur. Yerleşim konusunun bir bilim olarak tanımlanmasındaki güçlük, bağımsız bir bilim dalı olma durumu ya da bilimsel olarak düzenlenmiş gözlemlerden yararlanma arasındaki belirsizlikten ortaya çıkmaktadır.

Bilim, matematiksel olarak kanıtlanmış tahmindir. Atom bombası bilimsel bir makinedir (bilimin hayata geçirilmesine bir örnek). Savaş sözde(pseudo) bilimdir. Betonarme bir strüktür biliminin hayata geçmiş halidir, ama bunun yanında estetik bir bilim değildir. Eğer 500 kişinin ihtiyacının karşılanması için 10 apartman bloğu yapılması gerekiyorsa bu bilimsel bir değerlendirmedir. Ama politikacılar tarafından seçilen ve imara açılan bir alanın bilim ile hiçbir ilgisi yoktur. Temel iktisat niceliksel boyutlarıyla bilim olarak tanımlanabilir, ama politikacılar tarafından manipüle edilen bir nicelliğin bilimsel değeri yoktur.

Birçok akademisyen ve bilim adamı büyük sanayi firmalarının istekleriyle yoğunlaşan teknolojik araştırmaların hizmet verdiği kapitalist bir dünya için çalışmaktadır. Bilim olmadan teknoloji olmadığı gibi büyük bir sermaye olmadan bilim de olamıyor. Bugün herkes iklimsel değişimler karşısında alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesinin gerekliliği konusunda hemfikir, ancak büyük sermayelerin üretim sistemlerini değiştirmek için isteksiz olduğunu gözlemliyoruz. Herkes Kyoto Anlaşması’nın ABD tarafından nasıl reddedildiğini biliyor. Dünyada yaşayan ve ortalama 2-3 milyon nüfusu olan yoksul kesimin daha çok araba ve gökdelene mi, yoksa daha ucuz konut ve enerjiye mi ihtiyacı var? Bu ve benzer kararları kim veriyor? Bilim adamları mı yoksa politikacılar mı? Sağlam bir yerleşim politikasının geleceği konusu cevapsız kaldı, çünkü hiç kimse dümene geçecek politikacıların bilimsel görüşe söz hakkı verip vermeyeceğinden emin değil.

Türkiye’de İstanbul iyi ve kötünün birleştiği bir paradigma. Ben Mimarlık Fakültesi’nden 1949 senesinde mezun olduğumda İstanbul 800 bin nüfuslu bir şehirdi. Bugün nüfus 12-15 milyon arasında değişiyor ve hükümet tam sayıyı belirleyemiyor. Bugün İstanbul’un nüfusu İmparatorluk döneminde tüm Anadolu bölgesindeki nüfustan daha fazla. Türkiye’de 22 milyon öğrenci var. Bu sayı 19. yüzyılın sonunda İmparatorluğun tüm nüfusuna eşit.

Bu sayıların doğası ve etkilerini daha iyi anlayabilmek için Houston kenti ile bir karşılaştırma yapabiliriz. Rem Koolhaas’a göre Houston, “denetimsiz, serbest ve neoliberal vahşi bir kent”. O kadar ki Amerikalı sosyologlar Houstonization diye bir kavram icat ettiler. İstanbul aynen Houston gibi, denetimsiz, serbest ve planlanmamış bir kent. Houston 180 bin hektarlık bir alana yayılıyor. Yani Şikago, Philadelphia, Baltimore ve Detroit’in toplam alanı kadar büyük bir alana yayılıyor. İstanbul ise 350 bin hektar. Yani bizim megapolisimiz Amerika’nın dört büyük şehrinin toplamının iki katı kadar bir alana sahip. Yalnız ekonomik olarak hiçbir kıyaslamaya gitmiyorum. Amerika’da kişi başına düşen yıllık gelir 48 bin dolarken, Türkiye’de bu sayı 5 bin 500 dolar. Bu da demek oluyor ki İstanbul Houston kentine oranla 10 kat daha fakir ama aynı oranda “Houstonlaşmış”. Koolhaas’a göre “Kovboy ekonomisinde yeni bina yapmak, eskisini korumak ve sürdürebilmekten daha ucuz ve daha kolay”. Amerika kentlerinden 10 kat daha yoksul olan İstanbul’da bunu uygulamamalı hatta uygulayamayacak durumda olmalıyız. Ama taklit etmekten vazgeçmiyoruz. İstanbul Belediyesi bu nedenle iflas etmiş durumda. Fakat Lagos, Karaçi ve Meksiko City dünyada çok daha kötü durumda olan megalopolislerin olduğunu anımsatıyor.

Geçtiğimiz yüzyıl gelecekte daha iyi bir dünyanın olamayacağı gerçeğini kavradığımız bir yüzyıl oldu. Harvard Raporu’nun bazı maddelerinde belirtildiği gibi: ABD’de şu anda hapishanelerde toplam 2 milyon insan bulunuyor ve bunun yanı sıra 50 milyon kişinin de sabıka kaydı var. 1998 senesi rakamlarına bakılırsa 29 bin çete ve bu çetelere bağlı 1 milyon çete üyesi bulunmakta. Amerikalıların silahlı şiddete ayırdıkları maliyet senelik 100 milyar doları buluyor. Yasadışı uyuşturucu maliyeti ise 58 milyar civarında. Yeni hapishane hücrelerinin yapımı 58 bin dolar tutuyor ki, bu rakam New York gayrimenkulünün 2 katı oranında bir harcamaya denk düşüyor. Suç oranındaki bu rakamlar nedeniyle 9 milyon Amerikalı güvenlik kontrolü olan dışarıya kapalı sitelerde yaşıyor.

Bütün bu istatistiksel dehşet bağlamında insanın aklına şöyle bir soru geliyor: Yoksulluk ve açlığın hüküm sürdüğü ve insan ırkının sürekliliğinin tehlike altında olduğu bir dünya düzeninde, dünyanın geleceğinin daha iyi olabilmesi için bilimin yol göstericiliğine inancımız sürüyor mu? Bu Le Corbusier, Doxiadis ya da Atina Antlaşması’nın mimarlarının da içinde olduğu birçok mimar, plancı ve entelektüelin hayaliydi. Bu nedenledir ki biz bugün hâlâ insan çevresi hakkındaki çalışmaların bilimselliğini sorguluyoruz. Bir megapolisin ya da herhangi bir insan yerleşiminin hangi özgül bilim dalının konusu olabileceğini düşünüyoruz. Bugünün kenti, üzerinde inceleme yapılabilecek en büyük ve en karmaşık konuların başını çekiyor ve yaşam, ölüm, bir habitatın planlanması, sağlık, eğitim, üretim, hukuk, insan hakları, bireysel özgürlük, iklim, ekoloji ve doğal afetler gibi pek çok konuyu barındırıyor.

Bir mimarlık ve kent tarihçisi olarak ve bilimsel yaklaşımlara köktenci bir sempati duyan biri olarak, çevresel planlama alanında bilimsel bir düzeye erişmemiş olduğumuzu bir kez daha yineliyorum. Bu ancak iklimsel değişimler ve enerji kaynaklarının azalması sonucunda toplumları küçüğün değerli olduğu daha makul bir yaşam tarzını benimsedikleri zaman belki yine ön plana çıkacak. Bu şu anda bir ütopya gibi görülebilir ama benim görüşüme göre iklimsel felaketler uzun vadede insanlık için önemli değişimlerin gerçekleşmesini tetikleyecekler, ne kadar pahalıya mal olursa olsun.

Yakın gelecek için ise insanlığın biraz tavsiyeye gereksinimi var. Bu alan araştırma-bilim merkezlerinin ve akademisyenlerin devreye girebilecekleri ve işlevsel olabilecekleri bir alan. ABD yoksullar için bir gelecek programlayabilir. Fakat kalabalık ve yoksul toplumların bu yaşam düzeyine erişebilmesi olanaksız. Haiti’de kişisel gelir 316 dolar, Pakistan’da ise 900 dolarken, ABD’de bu rakam 48 bin dolardır. Ortalama bir Amerikan ailesi, gelirinin 1/6’sını ulaşıma harcıyor. Bunun yanında bugün Amerikan hükümeti 15 yıl önce toplu taşımaya harcadığı paranın % 50’sinden az para harcıyor. (Koolhaas) Bu tablo yoksul ülkeler için geçerli bir model olamaz. Oysa araba çılgınlığı benzer şekilde gelişiyor. Bu durum fakir ülkeler ve kentler için ölümcül. Otomobil kentlerimizi ve kent yaşantısını olumsuz etkiliyor. Amerikan ekonomisi kısa zamanlı kâr mantığı üzerine işliyor diye bilinir. Ama Türkler için bu böyle değildir, onlar her sene yeni bir araba alamazlar. Fakat Türklere araba satmak uğruna aşırı çaba sarf            ediliyor ve bunun sonucu tüketime bağlı fakirlikten kurtulunamıyor.

Bizim kentlerimizde bütün sosyal değişimler ve dönüşümler her zaman spekülasyon ile bağlantılı olarak gerçekleşiyor. Herşeye bir anda karar veriliyor. Bütün bu karar anlarında ise tasarlanmış bilimsel bir yaklaşım yoktur. Türkiye’de bütün bu kendi içinde, kendi kendine işleyen düzende, küresel sistemdeki büyük değişimlere yer verilmez ve bu değerler pek hesaba katılmaz.

Bir kez daha yinelemek gerekirse, bizim temel sorunumuz çağdaş megapolisin karmaşık doğasını, kaotik büyümesini ve problemlerini kavrayamıyor oluşumuzdur. Bu kentlerin boyutları herhangi verimli bir analizin yapılmasına olanak vermiyor. İçlerindeki kaosu ve felaketi saklarlar. Küçük bir kesim için bu durum hiperteknoloji dolu ve nitelikli bir yaşam olabilir. Onlar dünyayı puslu bir ekrandan izliyorlar. Fakat çoğunluk için sunduğu tek şey genel bir sıradanlıktır. Bu devasa yerleşimlerin merak uyandırdığı, keşfedilmeye açık pitoresk (pittoresque) köşeler ortaya çıkarttığı ya da dinamik bir yaşam biçimi sunduğu inkâr edilemez. Ama bu durumun Karaçi, Lagos, Bombay ve Şangay gibi kentlerde kentsel cehenneme dönüştüğü de bir gerçek.

Fakat megapolis bir gerçektir ve bugün insan hayatını etkileyen diğer bütün olgulardan daha güçlü bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Milyarlarca insan bu devasa yerleşimlerde yaşamlarını sürdürmekte ve bunların bir kesimi açlıkla boğuşmaktadır. Ama megapolis varlığını sürdürmektedir. Bu bir mucize gibi gelse de, insanoğlunun kendisi de zaten bir mucizedir. Öyle ki ister kutuplarda, ister Sahara’da aynı megapoliste olduğu gibi yaşamını sürdürebilmektedir. Sefil bir yoksulluk içinde yaşarken bile hayattan zevk almaya devam edebilir.

Buda’nın dediği gibi: “Hayat acı çekmekten ibarettir ama bütün bu acıların yanı sıra mutlu olmaya çalışın.” Neden bu yöntemi bir hayat felsefesi, bir temel önerme olarak kabul etmeyelim ki? Bunu davranışsal ekistik olarak değerlendirebiliriz. Muhtemelen psikologlar megapolis insanını çalışarak, sıradan insan ve yaşam ilişkisi üzerine yararlı bilgiler ortaya çıkarabilirler. Biz de bu esnada konu üzerine müzakerelerimize devam edebiliriz ama unutmamak gerekir ki bizim zorlandığımız en temel konu, kapitalistlerin ve politikacıların içinde olduğu alandır. Bu yüzden iki yönlü olarak harekete geçmeliyiz. İlk olarak insanlara bilimin ortaya koyduğu tavrı anlatmalıyız. Bunun için toplumun her kesimine hitap edebileceğimiz özelleşmiş bir dile gereksinme var. Onları ikna edebilmeliyiz ki harekete geçirebilelim. İkinci olarak her mantıklı insana, dünyanın İskandinavları veya Amerikalıları beslediği gibi Haitilileri, Afganları, Sudanlıları ya da Türkleri besleyecek kadar büyük olmadığını anlatmalıyız.

Hepimize iyi şanslar!

 

NOTLAR:

  • Her yıl farklı bir ülkede düzenlenen Yerleşim Bilimi Dünya Topluluğu’nun (World Society for Ekistics) bu yılki buluşması 20-27 Ekim 2009 tarihleri arasında Antalya’da gerçekleşti. Türkiye ve 20 farklı ülkeden topluluk üyesi 30 katılımcının bildiri sunduğu toplantıya Mimarlar Odası Antalya Şubesi evsahipliği yaptı. 1965’den bu yana sivil toplum kuruluşu olarak etkinlik gösteren kurumun 2008-09 dönem başkanlığını Prof. Dr. Ruşen Keleş yürütüyor. Yazı, Doğan Kuban’ın bu toplantıda yaptığı sunuşun gözden geçirilmiş halidir.  
  • İstatiksel bilgiler, Rem Koolhaas’ın Mutations ve Harvard Project on the City adlı kitaplarından alınmıştır.

Bu icerik 4881 defa görüntülenmiştir.