DOSYA: KÜRESELLEŞEN İSTANBUL
Planlama Yöntemimizi İstanbul’un Planı Üzerinden Sorgulamak
İlhan Tekeli, Prof. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
Mimarlar Odası Yayın Bölümü benden İstanbul 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı konusundaki düşüncelerimi bildiren bir yazı yazmamı istedi. İncelemem için de hazırlanan planın bir kitap ölçeğindeki yönetici özetini gönderdi. Ben de bu belgeyi inceledikten sonra söylenmesinde yarar gördüğüm bazı düşüncelerimi şimdi sizinle paylaşacağım.
“Çevre düzeni planı” kavramını başka dillere çevirmeye başladığınız zaman bir karşılığı olmadığını görüyorsunuz. Bunun nedeni, bu kavramın Türkiye’nin planlama pratiği içinde gelişmiş bir kavram olmasıdır. Temelinde, bir kentin oluşumunun, imar planı yapma yaklaşımıyla denetlenebileceği inancı bulunmaktadır. Türkiye’nin imar hukukunu da bu çerçeve belirlemiştir. Bu yaklaşımda benimsenen yol, önce kentin tümünü kapsayan, 1/5.000 ölçekli, arazi kullanma düzenlemesi getiren bir nazım plan hazırlamak, daha sonra büyük ölçekli uygulama planları yapmaktır. Kentler büyüyüp 1/5.000 ölçekli nazım planlar üzerinde kenti çevresiyle birlikte düşünebilme olanağı kalmadığında, tüm kentin fiziki yayılımına hâkim olabilmek için önce 1/25.000 daha sonra 1/100.000 ölçekli çevre planları yapılmaya başlanmış ve bu pratik zamanla yasal bir zemin kazanmıştır. Çevre planının hazırlanması sırasında kente ilişkin vizyonlar geliştirilmiş olsa da, sonunda elde edilen yine de küçük ölçekli bir arazi kullanma planı olmaktadır. Bu planlar, kurumsallaşmış imar planı anlayışından göbek bağını kesmeyi gerçekleştirememektedir.
Bu imar planı yaklaşımı, Türkiye’de şehir planlama meslek camiası tarafından içselleştirilmiş bir yaklaşımdır. İstanbul’un 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planının, İstanbul’da kent planlaması eğitimi veren kurumlarının akademisyenlerinin büyük bir kısmının ve çok sayıda plancının katılımıyla çok emek harcanarak hazırlandığını da biliyoruz. Bu nedenle hazırlanan planın, meslek camiasının planlama konusuna yaklaşımının genel çizgisini yansıttığı söylenebilir. Ben hazırlanan plan kararlarının hangisi doğrudur, hangisi sakıncalıdır diye bir değerlendirme yapmayacağım. Ben planın hazırlanma biçiminin, kullanılan yaklaşımın yeterliliğini sorgulamaya çalışacağım.
Bu planlar, genelde Türkiye’de elitlerin ve plancıların iyi bir kentin nitelikleri konusunda ürettikleri ve üzerinde orta sınıflarda oydaşma sağlanmış değerlerin belli bir kentsel coğrafyaya yansıtılması olarak görülebilir. Böyle hazırlanan bir planın gerekli onay süreçlerinden geçtiklerinde uygulamayı yönlendirebilecekleri varsayılmaktadır. İmar hukuku da bu planın kamusal yararın bir ifadesi olduğunu kabul ediyor. Bu uygulama beklentisinin gerisinde de etik kabuller bulunuyor. Toplumdaki tüm aktörlerin buna uyması bekleniyor ve buna uymayanların topluma karşı bir tutum içinde bulunmanın ve fırsatçı olmanın utancını taşıyacakları varsayılıyor.
İstanbul için bu yaklaşımla küçük ölçekli planlar hazırlanması, benim bildiğime göre, 1960’lı yılların başına kadar geri gidiyor. Tuğrul Akçura’nın yönettiği Doğu Marmara Bölge Planı, 1970’li yıllarda Mithat Yenen’in yönettiği İstanbul Metropoliten Planı, İstanbul’un farklı dönemleri için benzer kabullerle hazırlanmış planlardır. Bu planların uygulanmadığını biliyoruz. Benim bildiğim kadarıyla, İstanbul 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni İmar Planı uygulamanın henüz daha başlangıcında iki önemli yara aldı. Başbakan Üçüncü Köprü kararını ve güzergâhını ilan etti. Kent içinde, sanıyorum 7 noktada, belediyenin açtığı yeraltı ulaşım tünelleri planda yer almıyor. Her iki karar da kent içi erişebilirlik matriksini değiştireceği için, kent formunun biçimlenmesini önemli ölçüde etkileyecektir. Eğer hazırlanan planda önerilen ulaşım sistemiyle kent formu arasında bir tutarlılık kurulduysa artık bu tutarlılık yitirilmiş olacaktır. Tabii ki hazırlanan planların kısa sürede devredışı kalmış olmaları, bu planların kentin büyümesinde hiç etkisi olmadığı anlamına gelmiyor, şöyle ya da böyle bir takım etkiler yaratıyor. Ama biz uygulanmakta olan yaşam içinde yönlendiriciliğini duyuran bir planlama başarısından sözedemiyoruz.
Bu durumda bizim öncelikle yapmamız gereken, planın kararları üzerinde tek tek durmaktan çok, planlama camiamızda yerleşik olan planlama anlayışımızın sürekli yetersiz kalmasına karşın, bu anlayışın yetersizliği konusunda ciddi bir değerlendirme yapmayarak ilerleme kaydedemeyişimiz üzerinde durmak olmalıdır, diye düşünüyorum. Tabii bunun çok yönlü uzun bir eleştiri olması gerekir. Bunun ötesinde bir kişinin değil, camianın yapması gereken bir eleştiridir. Burada böyle bir eleştiri içinde yer alması gerektiğini düşündüğüm sadece birkaç konu üzerinde duracağım.
Bunlardan birincisi sadece Türkiye’ye özgü değil, genel olarak dünyadaki kent çalışmaları alanında geliştirilen kuramların plancıların gereksinmelerine yanıt verebilecek nitelikte bulunmamalarıdır. Kent çalışmalarının teorileri, planlama kararlarını etkileme iddiası taşımıyorlar. Onlar bir saptama yapıyorlar. Plancılar kuramlarını kendileri geliştirmek durumunda kalıyorlar, ama onlar da bu yönde çaba göstermiyorlar. Planlama amacıyla geliştirilmemiş kuramlar, sanki planlama amacıyla geliştirilmişler gibi kullanılıyorlar. Kuramların yapıları planlamayı yönlendirmeye uygun olmadığı için de, pratikte planlama kararlarına destek sağlamak yerine, onların anlamlarını yitirmesine neden oluyorlar.
Bu yetersizliği, hazırlanan İstanbul 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni İmar Planı üzerinden göstermeye çalışayım: Hazırlanan plan, İstanbul için 16 milyonluk bir nüfus sınırı öngörmektedir. Oysa varolan kent çalışmaları kuramları, böyle bir sınırı çizmeye olanak vermemektedir. O zaman hazırlanan plan bu kararını anlamlandırmak için bir ülke yerleşme stratejisi öngörmekte ve ona dayandırarak bir tür gerekçe oluşturmaktadır. Oysa hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’nin varolan siyasal yapısı böyle bir planı uygulayacak kapasiteye sahip değildir. Saskia Sassen’in ya da John Friedmann’ın “küresel kent” ya da “dünya kenti” kuramları, dünyada artık ulusal ekonomilerin bu tür büyük kentleriyle yarıştıklarını ve bunların sürekli büyümesinin sürdüğünü, daha önceki yıllarda görülmeyen büyüklüklere ulaştığını söylüyor. Bu kuram gerçekte bir olguyu saptamış oluyor. Bu büyümenin eleştirisinin oturtulabileceği ve sınırlamayı önermeye olanak verecek bir temel oluşturamıyor. Büyüyen kentlerin sürekli dışsallık ekonomileri yarattığı savı ayrıca ölçülemediği için bir totolojik iddia olmanın ötesine geçemiyor. Böyle bir normatif temel oluşturamayınca da büyümeyi sürdürme adeta normalleştiriliyor. İstanbul için nüfus büyüklüğü sınırı önerileri de kendilerine dayanacakları kuramsal bir temel bulamamış oluyor.
Üzerinde duracağım ikinci eleştiri konusu, kent plancılarının planı hazırlarken kullandıkları yaklaşımın, kenti biçimlendiren süreçlerle kent formunun ilişkisini kurmaya büyük ölçüde kapalı kalmasıdır. Kent plancısı genellikle belli bir zaman kesitinde durum saptaması yapıyor, bu çok yönlü bir saptama oluyor. Kentin varolan yayılımı, arazi kullanımının farklılaşması, altyapı ağlarının yayılımı, uygulanmakta olan ve uygulanacak altyapı projeleri, doğal ve tarihî değerleri, kentin henüz gelişmediği alanların fiziki coğrafik nitelikleri vb birçok konuda durum saptaması yapılıyor. Bu tür araştırmalarla biraraya getirilen bu bilgiler ile, kent için konulan bir vizyon ve orta sınıfların iyi kentin nasıl olduğuna ilişkin değerleri biraraya getirilerek, 20 yıl kadar sonra kentin alması gereken form hakkında bir tür senteze ulaşılmaktadır. Türkiye gibi çok dinamik bir toplumda böyle statik verilere dayanan statik bir planının uygulanmasını beklemek gerçekçi değildir. Çok otoriter görünüşlü toplumlarda bile böyle planların uygulanması olanaklı olmamaktadır.
Kentlerin tanınması için belli bir zaman kesitinde toplanan verilere dayanılırsa, kentin biçimlenişini etkileyen süreçlerin tanınması ve bu süreçlerden planın gerçekleşmesinde yararlanma olanağı kalmaz. Bu nedenle de kent planları hazırlanırken yapılan araştırmaların niteliğinin tamamen değiştirilmesi gerekmektedir. Araştırma bir andaki durağan durum saptamasına değil, kenti biçimlendiren süreçlerin nasıl geliştiği ve ne tür bir değişim içinde olduğu üzerinde yoğunlaşması gerekir. İstanbul’u şekillendiren süreçleri bilmeden, varolan kentin neden belli bir biçim kazandığını kavrama olanağı yoktur. Kenti biçimlendiren bu süreçler bilinmezse, İstanbul’un biçimlenişine realist müdahale olanağı kalmaz. Eğer kent araştırmaları bu süreçlerin tanınmasına ve kentin biçimlenişiyle nasıl ilişkisinin kurulduğunu açıklamaya / anlamaya yönelirse, ancak o halde planlamayla ilişki kurmaya olanak veren bir kentsel araştırma alanının oluşumundan sözedilebilir.
Kenti oluşturan süreçlerden sözederken, bunların sosyo-mekânsal süreçler olduğu üzerinde durmak gerekir. Türkiye’de kent planlama alışkanlıkları içinde hâkim olan yaklaşım, sosyo-ekonomik olanın mekâna yansıyacağı kabulü üzerinden planlama çözümleri üretmektir. Oysa tüm ekonomik-sosyal süreçler sosyal mekânsaldır. Sosyal ve ekonomik olan mekâna kazınmadan varolamaz. Bu bir yansıma değildir. Aynı anda oluşur. Mekân ve sosyo-ekonomik olan ayrı ayrı kavramsallaştırıldığında da, imar planlarında olduğu gibi ayrı ayrı planlanmaları da olanaklı hale gelir. Oysa aynı esnada oluşuyorlar ise, ayrı ayrı planlamaya çalışmak büyük bir iç gerilimi inşa etmek olacaktır. Bu da uygulamada sorunlar halinde kendini gösterecektir. Böyle bakılmaya başlandığında tasarım alanı genişlemektedir. Süreç tasarımı, planlamanın en önemli ve en yaratıcı bölümü haline gelmektedir. Yapılan planla süreçlerin ve yeni süreç tasarımlarının bütünlüğünün kurulması, planın uygulanmasına ilişkin kavramsal çerçeveyi tamamen değiştirecektir.
Bu oldukça soyut formülasyonu daha anlaşılır kılmak için bir örnek vereyim. 1960’lı yıllarda kentlerin büyüme süreci tek tek binaların eklenmesiyle gerçekleşiyordu. Oysa günümüzde kentlerin büyümesi toplu konut alanları, organize sanayi bölgeleri, serbest bölgeler, üniversite kampüsleri vb. kent parçalarının eklenmesiyle gerçekleşiyor. Bu nedenle 1960’ların planlama ve denetim kurumları, 2000’li yılların gerçekleri karşısında anlamlarını büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Kenti artık çok sayıda güçlendirilmiş aktörlerin etkileşimi yönlendiriyor. Meslek camiası olarak bu yeni gerçekliğe uygun bir üst ölçekli bir planlama anlayışı ve planlama / müzakere süreçleri geliştirmemiz gerekiyor.
Son 20 yılda büyük kentlerimizde planlama konusundaki başarısızlıklar karşısında bulunmaya çalışılan çözümler, anakent belediyelerinin sürekli olarak daha güçlendirilmesi ve yetkilerinin artırılması olmuştur. Ama bu yetki artırımı, daha çok ilçe belediyelerine karşı anakent belediyesinin güçlendirilmesi biçiminde olmaktadır. Bu gerçekte doğru alandaki bir güçlendirme değildir. Oysa belediyelerin, merkezî yönetimlerin altyapı sektörü kuruluşlarının emrivaki niteliğindeki kararlarına karşı zafiyeti sürmektedir. Bu yanlış alanlardaki yetki güçlendirmesi, büyük kentlerin planlamasında katılımcı pratiklere ayrılan alanı büyük ölçüde daraltmıştır. Kenti biçimlendiren, doğurucu etkileri çok yüksek olan altyapı kararlarında sözü bulunmayan anakent belediyelerinin bu zafiyetinin, ilçe belediyeleri üzerinde kurulan denetimin yoğunlaştırılmasıyla giderilemeyeceği açıktır.
Bu kısa yazının sonuna ulaşırken, Türkiye’de üst ölçekli plan yapma paradigmasının değiştirilmesi yoluna gidilmek istenirse, yeni bir planlama konsepti oluşturmak için hangi çıkış noktalarından hareket edilebileceğine ilişkin bazı ipuçları vermeye çalışacağım.
Galiba öncelikle üzerinde durulması gereken husus, “plan” biçiminde olmaktadır kavramı yerine, “planlama” kavramını ön plana çıkarmaktır. Tartışmaları, uygulanan ya da uygulanmayan plan kavramları üzerinden yürütmek, günümüzde içine düşülen çıkmazı saptamanın ötesine geçen bir katkı yapmaya olanak vermeyecektir. Oysa onun yerine, tüm karar süreçleri içinde dışlanamayacak biçimde yer alan, müzakerelerin önemli ve güçlü bir aktörü olan “kent planlama etkinliği” kavramını ön plana çıkarmak gerekecektir. Ulaşılmak istenen statik bir plan olmaktan çıkarılarak, anlamlılığını koruyan bir planlama süreci haline gelmelidir.
Eğer böyle bir amaç değişikliği yapılırsa, üst ölçekli planın dilini 1/100.000 ölçekli bir arazi kullanma planı olmaktan çıkarmak gerekecektir. Tüm süreç sırasında yönlendirici niteliğini koruyacak kararların mekânsal boyutunun açıklık kazanmasını sağlayacak yeni bir dil geliştirmek gerekecektir. Bunun diyagram ağırlıklı, ilişki kurucu, yaratıcılığa açık bir dil olması beklenebilir. Bu üst ölçekli planlamanın anlamlılığını koruması için, karar süreçlerindeki yerinin yeniden kurumsallaştırılması sağlanmalıdır. Bu kurumsallaşmanın merkezinde, planlama kararlarının müzakere biçimi ve buna ilişkin etik bir çerçeve yer alacaktır.
Böyle bir planlama anlayışı değişikliği, planlamanın kent araştırmaları alanından beklentilerini artıracaktır. Plancı için önemli olan merkezî konu, kentsel süreçlerle kentin biçimlenişi arasındaki ilişkiyi kuran araştırmalar olacaktır. Kent araştırmaları alanı plancıların taleplerine karşı sağır kalırsa, bu yükümlülüğü yerine getirmek de plancılara düşecektir.
Bu icerik 6526 defa görüntülenmiştir.