356
KASIM-ARALIK 2010
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • İstanbul
    Murat Belge, Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi

  • İstanbul Dekorlaşıyor
    Çiğdem Şahin, Fener-Balat-Ayvansaray Mülk Sahiplerinin ve Kiracıların Haklarını Koruma Derneği (FEBAYDER) Genel Sekreteri, İstanbul S.O.S Oluşumu Kurucu Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: KÜRESELLEŞEN İSTANBUL

İstanbul’da “Yatay” Yaşamdan “Düşey” Yaşama Geçişin Öyküsü

Sümer Gürel,Prof. Dr., MSGSÜ Emekli Öğretim Üyesi

Bu deneme bireysel yaşamı boyunca İstanbul’un değişim ve dönüşümüne tanıklık etmiş yazarın iki kuşak boyu, yani 77 yıllık (d. 1933) gözlemlerinin kâğıda aktarımıdır. Kuşkusuz, mimarlık ve kent planlama gibi “yapılı çevre”oluşumunu 1958’den günümüze meslek edinmiş kişi olarak sözkonusu gözlemlerin yorumu böylesi bir profesyonel perspektif içinde ele alınmıştır.

Metaforik izlenim veren başlık da esasen 1933’te Beyazıt semtinin Soğanağa Mahallesi’nde iki katlı mütevazı bir ahşap, cumbalı evde doğan yazarın, bugün İstanbul’un bir başka semti Erenköy’de 11 katlı bir apartmanda ikamet etmeye dönüşen yaşamını da vurgulamaktadır.

Ancak, bu sadece bireysel yaşam öyküsü anlatımı olarak sunulamazdı. Nitekim aşağıda güzelim İstanbul’un ahşap, “alçakgönüllü” konutlarının egemen olduğu yaşamdan beton, “yüksekgönülsüz” blokların (yabancı isimli sitelerin) boş buldukları tüm alanlara saldırganca yayıldıkları bir yaşama geçişi sergilemektedir.

1930’lardan II. Dünya Savaşı yıllarına (1945) dek geçen sürede yukarıda değinilen ahşap, cumbalı, müstakil “geniş ailelerin” (3 kuşak birarada) konutlarında, yine “tek sahipli” ama 3-4 ailenin yaşadığı (3-4 katlı) “apartman”yaşamına geçişe tanık oluyoruz. (1) Toplumsal yapıda hâlâ geniş aile tipi egemendir; hatta zaman zaman bu 3-4 katlı apartmanlarda amca, dayı, teyze, hala gibi akrabaların da birarada yaşadıkları bilinmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, kentsel dokunun değişiminde önemli rol oynayan bir olgu çıkıyor karşımıza: Gecekondular… Yaşam hâlâ “yatay” ağırlıklıdır; İstanbul çeperleri (tümü ile kamu arazisi üzerinde) kırdan göçen çaresiz vatandaşların yasadışı olmakla birlikte gayet meşru hakları olan evleri ile dolmaktadır.

Bu noktada “yatay” ve “düşey” yaşamın özellik ve niteliklerine değinmekte yarar vardır.

Bir Osmanlı başkenti olarak İstanbul, Bizans’tan devraldığı dokuya sadık ve saygılı biçimde, katı bir geometrik düzen yerine, doğal öğelere ve topografyaya uyumlu bir morfoloji içinde gelişmiştir. Böylece günlük dilde, adeta aşağılayıcı biçimde “kargacık burgacık” deyimi ve “kenar mahalle” sözcüğü ile göndermede bulunulan kent parçaları (mahalleler) özünde insancıl ölçekli, güzel yaşanılan mekânlardı. Komşuluk ilişkileri (“yatay”yaşamın en büyük katkısı!) doğal ve kaçınılmaz olarak çok yoğun idi. Bu bir yönü ile “mahallelilik ruhu” gibi olumlu, dayanışma simgeleyen bir durumu anlatırken, diğer yandan komşuların birbirlerinin işlerine aşırı derecede karışmaları gibi olumsuzlukları da içeriyordu. Ancak nihai tahlilde, bugün steril, hiç varolamayan komşuluk anlayışına göre kuşkusuz çok daha olumlu bir toplumsal yapı mevcuttur.

Aynı karşılaştırmayı yaşamın diğer işlevleri açısından yaptığımızda, eski semtlerdeki alışveriş edimlerinde bakkal-manav-kasap üçlüsünün yanı sıra ayakkabı ve elektrik tamircileri, kırtasiyeci, hatta kimi zaman terzi bile bulunurdu. Bu edimlerdeki (tüm esnafı isimleri ile tanıyıp öyle hitap etmekle başlayan) “insan ilişkileri”her türlü derdin ve sevincin paylaşılmasına olanak veriyordu. Oysa günümüzdeki (her ne kadar “düşey” ağırlıklı sayılmasalar da, “plaza” kapsamında düşünüldüğünde daima bir kule mevcuttur!) alışveriş merkezleri bu bağlamda müşterileri anonimleştirmiştir. Yani “müşteri” satıcı (özellikle patron) gözünde artık birer sayı/rakam olmuştur.

Şimdi temel yaşam birimimiz olan konutlarla sürdürelim bu “yataylık” ve “düşeylik” olgularına ilişkin gözlemlerimizi. Kat Mülkiyeti Yasası ile birlikte -esasen 1960’larda başlamış bulunan- çok katlı ve çok malikli apartman (2) yaşamı hızla üremeye başlamıştır. Nüfusun hızlı ve yüksek oranlarda artışı, kırdan kente göç ve görece iyileşmiş ekonomik yapı bu apartmanlaşmanın temel etmenleridir.

Bu dönem bir yandan -her zamanki gibi- popülist politikaların sonucu olan “gecekondu mafyalığı”nın ortaya çıktığı diğer yandan da yasal kılıf uydurulmuş kaçak konut parçalarının oluşmaya başladığı süreçtir.

Kısaca bugün TOKİ felâketi olarak nitelendirilebilecek “gökdelen”ağırlıklı konut siteleri ile (genellikle “...-city” olarak tanıtımları yapılan) İstanbul’da yaşam “duvarlarla çevrili” sözüm ona güvenlikli, ama hem kent yaşamından soyutlanmış hem de kendi içinde mahalle ruhu tümü ile yitirilmiş mekânlara dönüşmüştür. (Resim 1)

“Yükseklik” ve “hız” günümüz İstanbul’unun temel yaşam özellikleri olmuştur. Her ikisi de ruhsal açıdan sorunları tetikleyen öğelerdir. Nitekim depresyon ve hiperaktivite vakalarında ciddi artış gözlenmektedir. (3) Bir başka bağlamda ele aldığımızda ise İstanbul’un silüetindeki korkunç değişim karşımıza çıkmaktadır.

1948'de İstanbul’a denizyolu ile gelen ünlü mimar Le Corbusier’nin limana girerken vapurun güvertesinden, sabah saatlerinde gözlemlediği İstanbul silüeti için söylediği sözler kulaklarımızda çınlamaktadır: “Tüm yaşamımda beni bu denli heyecanlandıran bir şehir silüeti görmedim!”

Ben haftada iki gün Kadıköy-Beşiktaş arası vapur ile seyahat ediyorum. Zaman zaman vapurun penceresinden Levent-Maslak aksında mantar misali üreyen gökdelen rezaletine gözüm takıldıkça Corbusier’yi anımsıyorum. Hüzün, kızgınlık, utanç vb. karmaşık duygular içinde gözlemliyorum o silüeti. Şimdi kimi “ilerici”liberal enteller bu anlatılanları eskiye özlem / nostaljik takılma olarak betimleyeceklerdir. Onlara kendi kuşağım adına yanıtım: “Bu bir nostaljidir, ama yaşam kalitesineilişkin bir nostaljidir.” Ben o nedenle “o günlerin özlemi içindeyim” olacaktır.

Biraz da “yatay” ve “düşey” anıtsallık kavramlarına ve o açıdan İstanbul’a bakalım.

Anıtsallık bir bakıma büyüklük, yücelik, ululuk, görkem vb. kavramlar içerir. Dolayısıyla da -bana göre yanılgı olarak!– düşeylikağırlıklı olarak egemendir. Başka türlü söylersek, tarihteki örnekleri anımsarken gözümüzün önüne hep tepelere (yükseklere!) oturmuş tapınaklar, asilzade şatoları, kuleler vb. mimari öğeler gelir. Tüm bunların gerisinde, kimi durumlarda savunma güdüsü egemen gözükse de, yapının sahibi (kral, derebeyi, rahipler vb.) olan kişinin büyüklük komplekslerinin (megalomani) rolü de yadsınamaz. Bu, tebası olan kişileri bir anlamda ezerek (ya yönetim ya da dinsel bağlamda) baskı altında tutabilmek için yapılmış bir tercihtir. Bu konuda Hitler’in düşey görkemli yapılarını da anımsamakta yarar vardır. Tüm bunlar böylesi bir çözümlemede patolojidir, marazidir.

Günümüzde sözkonusu “düşey anıtsallık” simgeleri tümü ile “kapital”in egemenliğindedir.

New York’tan İstanbul’a yayılan tower salgını, Doğuya doğru “en yüksek yapı” olabilme yarışına dönüşmüştü. Dünyanın en yüksek yapıları (artık izlemekte zorlanıyorum ama) Dubai, Şangay, Hong Kong’larda görülmektedir. (Resim 2, 3, 4)

Bu konuda –psikiyatrik açıdan- uzmanların ilginç yorumlarını anımsatmakta yarar vardır: Uzmanlar sürekli olarak “erkek egemen toplum” yaşamında, eski Mısır uygarlığından günümüze bir “fallik kültür” olgusundan sözetmektedir. Sözkonusu kültür, kökende “fallus/erkek cinsel organı” kavramından kaynaklanmakta, ‘erk’i, yani erkek egemenliğini simgelemektedir. Günümüz psikiyatri uzmanları, bu yüksek yapı (tower) tutkusunun, “kapital”in erk saplantısını yansıttığını iddia ediyorlar.

Buraya kadar “düşeylik” merakının pek de sağlıklı –ve insancıl- olmadığına ilişkin örnekler verildi. Şimdi kendi tarihimizden, özellikle İstanbul’a ilişkin az ve öz kimi mimari örneklerle “yatay anıtsallık” olgusunu sergilemeye çalışalım.

Selimiye Kışlası bu bağlamda çok özgün ve özel bir örnektir. İstanbul silüetinde çok belirgin olmakla birlikte gökdelenlerdeki yükseklik tutkusu olmadığı gibi, görkemli, saygıdeğer bir görünümü vardır. Kısacası ağırbaşlı, olgun, ama ne ezmek ne de ezilmek gibi bir sorunu bulunmamaktadır. Topkapı Sarayı, aynı bağlamda dünya çapında biricik sayılabilecek bir diğer örnektir. Batıdaki saraylarla karşılaştırıldığında (gerçi onlar da kapitalin kuleleri kadar düşey güç sergilemeseler de!) çok mütevazı, çok insancıl, çok evcil bir havası vardır. (Resim 5)

Bu denemeyi şöyle toparlamak mümkündür: İstanbul gibi dünyanın sayılı metropolleri arasında yer alan bu güzel kentin, güzelliğini, görkemini sergilemek için tower’lara ve city’lere gereksinimi yoktur. Onun güzelliği tarihsel mirasıdır; bizim sahip çıkamadığımız bu tarihsel mirasın ihmali sonucu İstanbul’umuz UNESCO listesinden çıkarılma riski ile karşı karşıyadır. Yatayda kalsaydık, İstanbul’u tarihsel bağlamda düşeyde tutabilirdik. Ancak “Küçük Amerika” ve “Böyyük Türkiye” kafası ile bu durumlara düştük. Umudumuz bu çukurdan bir an önce çıkıp kendimizi bulmamızda yatmaktadır.

 

NOTLAR

1. Nişantaşı-Maçka-Şişli gibi sınırlı bir bölgedeki bu semtlerde yaşayan büyük kentsoylu (grand bourgeoisie) çoğunlukla gayrimüslimlerin yaşadığı çok katlı apartmanlar bu bağlamda ayrıcalık oluşturmaktadır.

2. Bu meyanda apartman sözcüğü ile house/ev sözcükleri arasındaki farkı etimolojik açıdan çözümlemek toplumsal yaşama dair ilginç ipuçları verebilir.

3. Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Farmakolojik Psikiyatri Uzmanı Dr. Tahir Musa Ceylan ile özel görüşmelerden edinilmiş bilgilerdir.

 

Bu icerik 6884 defa görüntülenmiştir.