MİMARLIK TARİHİ
Kimliğin Sınırları: Mimar / Arkitekt Dergisinde Bir "Eski-Yeni" Tartışması
Neslihan Şık Glosset, Dr., Mimar
V. Gül Cephanecigil, Doç. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü
Türkiye mimarlığında sıklıkla gündeme gelen “kimlik” tartışmalarını döneminin mimarlık yayınları üzerinden de izlemek mümkün. 1932-33 yıllarında Mimar / Arkitekt dergisinde yazan B. O. Celal ve dergiyi çıkaran mimar kadrosu arasında geçen bir tartışmaya odaklanan yazarlar, mimarlık kimliğinin kurgulanma döneminde yönelinen alanlara bakarken “kimliğin hangi dönemde, hangi coğrafyada aranacağına yönelik bu tartışmanın geçmiş ve gelecek algısında yaşanan epistemolojik bir değişimin de habercisi olduğu”nu öne sürüyor.
Erken dönemde yayınlanmış Mimar / Arkitekt metinleri, Cumhuriyet dönemi Türkiye mimarlığının başlıca tartışma konularından biri olan kimliğin nasıl kurgulanmaya başlandığını anlamak için elverişli bir zemin oluşturur. Özellikle derginin söyleminin başka dönemlerde pek benzerine rastlanmayacak kadar yüksek bir perdeden dışavurulduğu ilk 10 yılındaki metinlerin analizi bize, dönemin kimlik arayışlarına dair önemli veriler sağlamaktadır.Söz konusu metinlerdeki tartışmalarda, modern Türk mimarı ve mimarlığının kimliği üzerine argümanlar öne sürülür. Ancak yakından bakıldığında, aranan Türk mimarı ve mimarlığı kimliğinin o güne ait bir arzu olmanın ötesinde geçmişte illa ki varolmuş bir kayıp olarak da kurgulandığı gözlemlenir. Elbette, birçok ulus devlet bir aşamada kimliklerini bir yandan tahayyül ve icat ederken bir yandan da “kendine ait” ve sabit kimlik öğelerinin tarihsel kurgularını da yapmıştır. Bu coğrafyada özellikle 19. yüzyıldan itibaren her alanda belirginleşen kimlik arayışında dikkat çekici ve farklı olan ise bu kimliği kaybetme endişesi ile başlayan tartışmaların ortaya çıkardığı şu soruların uzun süre -belki de hâlâ- yanıtsız kalmasıdır: “hangi tarih”, “hangi coğrafya”?
Mimar / Arkitekt 1931 yılında yayımlanmaya başlanmıştır. Sonraları Zeki Sayar’dan öğrendiğimize göre “her şeyden önce, Türk mimarlığını tanıtmak, ona eski saygınlığını kazandırarak, ülkenin mimarlık mukadderatına sahip çıkmasını sağlamak” [1] amacıyla Güzel Sanatlar Akademisi 1928 yılı mezunu bir grup genç mimar tarafından yayınına başlanan derginin ilk sayısında, bir giriş yazısı ile bu tür bir amaç doğrudan açıklanmaz. Bunun yerine Sedad Hakkı Eldem’in “İstanbul ve Şehircilik” başlığı ile yazdığı makalenin bir yerinde şöyle denir: "İstanbul ahalisi şehircilik hususunda eski ile yeniyi doğru tefrik edemiyor. Mevcut eski eserlere karşı ecnebi kaldı; frenklerin evlerini anlamadan taklit etti. İstanbul ahalisini bu hususta tenvir edecek kimdir. Türkün mimarideki en temiz hassa ve zevklerini yeniden aşılayacak kimdir? Mimar. En mukaddes vazifesi budur ve vatana karşı borcu budur.” [2]
(
Resim 1)
Mimar / Arkitekt böylece, yayınlanma amaçlarından en önemlisini de duyurmuş olur. “Yeniden”aşılamak derken, elbette, doğrudan bir kayba işaret edilir: Bu özellik ve zevkler bir zaman bir yerde var olmuştur. Yapılması gereken, kaybolduğu bilinen bu özelliklerin hangi döneme ait olduğunu belirlemektir. Yine bu alıntıdan anladığımız üzere bu mimarlar kendilerini seçkinler, mimaride müstakbel Türk kimliğinin kurucuları olarak görmektedir. Onlar Türk’e ait mimarlığın ne olduğunu topluma anlatma görevini üstlenmiş yol göstericilerdir. Günün Türk mimarı, kaybedilmiş, unutulmaya yüz tutmuş “gizemli” bir bilgeliğin muhafaza memuru olarak belirir.
Böyle bir görevi üstlenen dönemin mimarları öncelikle “bize ait” mimarlığın o zamana kadar yeterince araştırılmadığına dikkat çeker. Anlaşılan, muhafaza etmeye soyundukları “gizeme” henüz kendileri de vakıf değillerdir. Abidin Mortaş, derginin 3. sayısında bu konudaki eksikliğe dikkat çekerken şöyle der: “Mimarimiz hiç bir medenî memleketten aşağı kalmayacak bir maziye maliktir. Fakat gerek eserlerimiz, gerek mimarlarımız maalesef, lâyık oldukları tetkik ve tetebbudan mahrum bırakılarak, kendimize bile tanıtılmamışlardır”. [3]
Cümlenin iç çelişkisi dikkate değerdir: Eser ve mimarlarımız araştırılmamış, bunların üzerine yeteri kadar bilgi üretilmemiş olmakla birlikte hiçbir medeni memleketten aşağı kalmadığına dair bilgi ise mevcuttur.
Bu dönemde dergide yer alan metinler arasında, tarihten bahseden, geçmişe referans veren yazıların çoğunun bir yerinde bu konuyla ilgili bir şikayetin de yer aldığı görülür: “Maalesef şimdiye kadar tahlil ve teşrih [açıkla(n)ma] edilmemiş olan büyük san'atı Arap, Acem ve Bizans san'atlerile karıştırmışsak ve yahut karıştırılmışsak o yine bizim ihmalimizdir. Bundan yine ferdafert biz mesulüz”
[4] denirken, yukarıda dikkat çekilen çelişki tekrarlanır: Diğer sanatlarla karıştırılmış ve henüz tahlil edilmemiş olsa da Türk sanatı “büyük”tür. Ya da
Neue Zürcher Zeitung’da, Viyana’da açılan bir sergi dolayısıyla “Türk Sanatı” başlığıyla yayımlanmış bir yazının çevirisine yer verilirken sona “Mimar” imzasıyla dergi editörleri şöyle bir dipnot ekler: “İlmî mahiyeti olmaktan ziyade umumi bir görüşle yazılan bu makaleyi derçten [yayımlamaktan] maksadımız san'atımıza ecnebilerin bizden daha çok kıymet ve ehemmiyet verdiklerini göstermektir”.
[5]
Gerçekten de Osmanlı’da mimarlık alanında bilinen ilk tarih / teori metni olan Usul-i Mimari-i Osmani 1873 yılında yayımlanmıştır. Bu tarihten Mimar / Arkitekt’in yayınlandığı 1930’lara kadar geçen süre içinde mimarlık tarihi üzerine çoğu süreli yayınlarda olmak üzere yazıların sayısı bir miktar artmıştır. Mimar / Arkitekt yazarları, erken dönemde, tespit ettikleri bu eksik üzerine mimarlık tarihi incelemelerini konu edindikleri yazılar kaleme almıştır ancak bunlar oldukça "donanımsız ve milliyetçi etkilenmeleri"[6] belirgin metinlerdir. Söz konusu metinlerde bakılan dönem ya da incelemek üzere seçilen coğrafya farklı da olsa, hatta dönem ve coğrafya seçimi yazarlar arasında tartışmaya da dönüşse, değişmeyen bir şey vardır: Türk mimarlığına atfedilen “nitelikler”. Kimlik; şartlara, döneme ve ilişkilere göre değişmeyen, sabit bir kategori olarak kurulmaya başlanmıştır.
BİR ESKİ / YENİ TARTIŞMASI
Mimar / Arkitekt’in bu ilk yılları, mimarlık tarihi yazımında sıklıkla I. Ulusal Mimarlık dönemi diye adlandırılan ve 20. yüzyıl başlarından 1930’lara kadar izlenebilen Osmanlı canlandırmacılığının bittiği ve “yeni mimari”nin hız kazanmaya başladığı döneme denk gelir. Hatta dergiyi çıkaran ekip, 1927 yılında Akademi’deki müfredatın modern mimari lehine değiştirildiği dönemde henüz öğrencidir.
[7] Bozdoğan’ın da dikkat çektiği gibi, iki dönem arasındaki çok açık üslup farkına rağmen mimarlıkta milliyetçi bir anlayışın devam ettiği kabul edilmeli ancak her iki dönemde milliyetçilikten anlaşılanın aynı şey olmadığı göz önünde tutulmalıdır.
[8] Kimlik dönemin gerektirdiği önceliklere göre kurulan bir denklem olarak düşünülürse, bu dönem kimlik denkleminde artık Batılılık ve Türklük vurgulanmaktadır ve
Mimar / Arkitekt’i yayınlayan ekip de vurgudaki bu değişimin farkındadır. (
Resim 2)
Dolayısıyla ilk yıllardaki yazılarda, bir yandan tarih etütlerinin eksikliğinden şikayet edilirken bir yandan da hangi tarihin, ne açılardan sahiplenileceği konusunda tartışmalar yaşanır. Bu konuda en açık tartışma, B. O. Celal ve derginin çekirdek yayın ekibi arasında geçmiş görünür.
Derginin ilk iki yılında yazılarıyla sık karşılaştığımız B. O. Celal, tarihten ilham almayı önerirken, basit bir kütle oyunu olarak gördüğü yeni mimariyi, dergi yazarları arasında, açıktan eleştiren tek kişidir: “[Yeni sanat] Eski Aristokrat devirleri metrükâtının kırpıntılarından kompoze edilmiş şekilleri bize çok pahalıya satan zevksiz, imansız, burjuvazinin saraf zekâsından başka bir şey değildir" der. Eskinin kadim zevklerinin üstünlüğünden dem vurur ve yeniyi ileri bir adım olarak değerlendirmez; dünyada yaygınlaşıyor oluşuna "dünyevi" nedenler arayarak ekler: "Bugün filhakika yeni doğmuş addedilen bir san'at varsa o da kadim Mısır, Asur, Hint, Türk, Yunan, Roma san'atlarının cücesi ve cihan iktisadiyatile beraber efkârı ve zevkleri de alt üst eden umumî buhranın mecbur ettiği mimarinin bir ekonomi stilidir.”[9]
Bir sonraki sayıda, bu görüşe karşı çıkan Abdullah Ziya “Yeni san'atı bir ekonomi, çelik ve beton işi zannedenler çok aldanıyorlar"[10] der. Açıkça yeni mimariyi savunan mimar, bir yandan çağın tüm yeniliklerini övgüyle anmayı da ihmal etmez. 20. yüzyılın yaşam şartlarının eski dönemlerden çok daha iyi olduğunu söylerken, çağını geçmişe tercih ettiğinin altını çizer. Hatta ileri gidip işi, eskinin yaşam tarzını bir parça karikatürleştirmeye kadar vardırır: "Yirminci asırdaki malzeme ile, yirminci asırdaki içtimai yaşayış tarzile, gökte tayyareler, denizde tahtelbahirler baş döndürücü bir süratle giderken, Mısırlı fellâhın Mabudüni düşünerek yaptığı Karnakdan fikir ve sanat alamayacağımız gibi: taş ve tahtadan başka elinde inşaat malzemesi olmayan Yunanlının yine Allah'ına tapmak için yaptığı Akropolünden ve cihana azamet ve servetini göstermek isteyen Romalının taşlarını bir Çinli minyatürcü gibi delik deşik ettiği Vesta mabedinden, Türkün Camisinden, çeşmesinden motif alarak bu asırda san'at eseri yapılamaz.”[11]
Bu tartışmadan, 17. yüzyılda Fransa’da başlayan “eskiler ve modernler” kavgasına küçük bir benzerlik çıkarmak, belki de çok ileri gitmek olmaz. Söz konusu kavga 1687 yılında Fransız Akademisi’nde okunan bir metninde Perrault’nun, özetle, geçmişe büyük saygı duyduğunu ama eskilerin önünde “diz çökmeyeceğini”, çünkü kendi çağının yapıtlarının en az o çağların yapıtları kadar iyi olduğunu ileri sürmesiyle başlar.
[12] Bu iddiası oldukça büyük tepki toplar; nitekim "eskiler"in büyük eserlerinin üstünlüğünden kimsenin şüphe etmediği, güncel eserlerin ancak o büyük eserlere benzediği oranda başarılı sayıldığı bir dönemdedirler. İyiye ancak eskilerin büyük ustalarının taklit edilmesi ile ulaşılacağını; "yeni"nin eskiye ne denli benziyorsa o denli değerli olacağını düşünenler, Perrault'ya şiddetle karşı çıkar. Kısa süre içinde Perrault'dan yana olan "modernler" ve karşı çıkan "eskiler" arasında iddiaların dile getirildiği bir tartışma başlar. Bu tartışma zaman zaman hararetlenerek uzunca bir süre devam eder ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa’ya da yayılır.
Levent Yılmaz’a göre bu “eskiler ve modernler” kavgası, aslen Batı’da zaman algısına dair radikal dönüşüme ve “yeni”nin bir değer haline gelişine işaret eder.[13] Bu kavgayla birlikte eski ile mesafe artmaya başlar ve böylece şimdiki zaman, geçmişten çok geleceğe yakınlaşır.
A. Ziya başta olmak üzere dergiyi çıkaran ekip ile B. O. Celal arasındaki tartışma ise, Avrupa'dakine göre, oldukça kısa sürmüştür. Ancak asıl benzerliği böyle bir tartışmaya sebep olan epistemolojik değişimde arayabiliriz. Bu değişim şudur:
Mimar / Arkitekt’i yayınlayan ekip açık bir şekilde gelecekten yana taraf tutmakta, kendilerini geçmişe değil geleceğe, eskiye değil yeniye daha yakın bulmaktadır. (
Resim 3) Onlarınki artık, beklentinin de işin içine girdiği, geleceği farklı tasavvur eden modern bir zaman algısıdır. Yeninin ve ilerlemenin her alanda olduğu gibi artık mimarlık alanında da değer kabul edildiği, dergiyi çıkaran ekip için tartışma götürmezdir. Metinlerinde sık sık geleceğe doğru “dev adımlarla”, “sıçrayarak”, “hızlı hızlı” ilerlemekten bahsederler. Çok daha iyi olacağından kuşku duymadıkları bir geleceğin artık çok yakın olduğunu düşünür ve söylerler. Buna karşılık geçmişle ve eskiyle aralarındaki mesafe ise artmıştır. Bu mesafe yüzünden geçmiş artık tarihin konusudur. Dolayısıyla geçmişle ilişkiyi artık sadece tarih ve tarihyazımı üzerinden kurmayı beklemektedirler. Bu beklentiyi, "Türk evi" konusunda yapılan çalışma ve araştırmalar oldukça iyi örneklemektedir: O dönemde bir yandan nüfusun çoğunluğu hâlâ geleneksel konutlarda yaşar ve hatta bu tip konutları inşa etmeye devam ederken bir yandan da “Türk evi” geçmişe ait bir kategori olarak incelenmeye başlanmıştır; Tanyeli’nin deyimiyle 1920’lerin sonundan itibaren vernakülerin “farazi ölümü kurgulanır”.
[14] Tarih böylece geçmişle ilişkiyi dolaylarken kendisi de araçsallaşır ve geleceğe yönelik beklentilerin meşruiyet zeminini kuracak bir araç olarak belirir.
Mimar / Arkitekt yazarları mimarlık tarihinin yazılmadığından şikayet edip bu konunun araştırılması ve anlatılması gerek derken aslında kendi gelecek beklentilerini pekişterecek bir zemin isteğindedirler.
B. O. Celal, Türk mimarisinin geniş bir coğrafyaya, dolayısıyla da daha geniş bir zamana yayılmış olması gerektiği sonucuna çoğu zaman mantık yürüterek vardığı yazılarına bir süre daha devam eder: “Büyük ve küçük şarkta hâkim bir medeniyetin âmil ve müessisi olan, garba kadar uzanan hatta Afrikanın şimaline bile kol salan kadim bir milletin mimarisini arz ettiğim mebdelere bağlamak, bu kadar kısa bir maziye inhisar ettirmek selim bir mantığın kabul edemeyeceği bir şeydir.”[15] Ancak derginin editoryal ekibi bu konuda da yazarla aynı fikirde olmayacaktır. Onlar Türk mimarisine ait özellikleri modern dönemle de ilişkisini kurabilecek şekilde, Sinan döneminde bulacaklardır.
Öte yandan B. O. Celal’in tarihten ilham alınması gerektiğini açıktan önerdiği 1933 tarihli iki metin, bu imzayla yayımlanan yazıların da sonuna işaret eder. Şöyle demektedir Celal: “Türk san'atı devrelere ayrılarak bir seri halinde bir tertip ve iyi tasnif görürse kanaatimce onda daha bir çok asırlara kifayet edecek kadar zevki yorm[a]yan ruhu sıkm[a]yan sade ve zengin elemanlar bulabiliriz”[16] ; “Genç san'atkârlar millî san'atın en yeni icaplarını ve en çekici şekillerini bütün kıvraklıklari[y]le yaratıp pek âlâ maharetle tatbik etmesini bilirler; gerek ar dekoratif, gerekse mimarî itibari[y]le zengin olan Türk san'atında emin olalım ki daha henüz hiç kullanılmamış yani iptizale uğramamış, taze elemanlar bulabilir, hattâ şimdiye kadar dikkat bakışı çekmemiş ve bugünün serbest zevk sahiplerini bile müstağni bırakm[a]yacak kadar zarif, sade, çok ince ve yumuşak dahilî ve haricî motifler bulabilir”[17] Bu yazının sonuna Mimar / Arkitekt yayın ekibi bir dipnot düşerek kendi görüşlerinin farklı olduğunu belirtmek zorunda hisseder. Bundan hemen bir sayı sonra, Mimar Behçet ve Bedrettin imzasıyla yayımlanan yazıda “Bizler bugünün mimarisi için henüz düne bakamayız. Gözlerimiz daha yeni estetikle terbiye edilmemiştir. Mazinin klâsik metot üzerinde bulduğu şüphe götürm[e]yen güzellikleri ve meydana koydukları bedialardan [güzellik] henüz istifade edemeyiz” denilerek derginin görüşü pekiştirilir.[18] Mimar / Arkitekt’te bu tarihten sonra 1930'ların sonlarına kadar bir daha açıkça geçmişten ilham alınabileceğini söyleyenlere rastlanmaz. Bu süre içinde tarihten, bilinmesi, anlaşılması ve övünülmesi gerekli bir şey olarak sıklıkla bahsedilir ancak aslen, Bozdoğan’ın deyimiyle “modern millileştirilmeye” çalışılır.[19] İşlevsellik, sadelik, muhite uyum gibi modernizme, yani çağın anlayışına dair olarak savunulan -ve yeni olduğu için kıymetli olan- özellikler, geçmişte de aranır ve bulunur.
Batı’nın özellikle sanat alanında, modern üretim karşısında yaşadığı endişe ve karşı çıkış, yeni olanı neye göre değerlendireceğini, dolayısıyla yeninin değerli olup olmadığını kesin olarak bilememekten kaynaklanır. 19. yüzyılda görsel sanatlarda yaşanan büyük tartışmalar ve skandallar da hep bu kavganın uzantıları olarak görülebilir. Ne konusu ne de biçimi eskiye referans vermeyen “yeni” sanat biçimlerine karşı çıkmanın asıl nedenlerinden biri bunları değerlendirme güçlüğüdür; eleştirmenin elinden karşılaştırma yapacağı değerler dizgesi çekilmiştir.
Bu coğrafyada ise çok kısa bir süre içinde, Tanzimat dönemi romanlarındaki gibi hep eskilerin kazandığı -eskinin daha iyi, dürüst, doğru olduğu- bir dünyadan hep yeninin kazandığı -yeninin hep daha iyi, dürüst, doğru olduğu- bir dünyaya çok hızlıca geçilmiş gibi görünür. Bu değişimin hızlı ve neredeyse tartışmasız oluşu, üzerine konuşmaya değer bir konudur.
NOTLAR
[1] Sayar, Zeki, 1980, “Arkitekt ile 50 Yıl”, Arkitekt, sayı:1980-04(380), s.122.
[2] Eldem (Alişanzade), Sedad Hakkı, 1931, “İstanbul ve Şehircilik”, Mimar, sayı:1, s.4.
[3] Mortaş, Abidin, 1931, “Memleketimizde Mimari Varlık”, Mimar, sayı:3, s.74.
[4] Hamdi, B.; Sırrı, B., 1932, “Mimar Sinan’ın Aziz Ruhuna: Türk Mimarisi”, Mimar, sayı:16, s.115.
[5] Stefan, P., 1932, “Türk Sanatı”, Mimar, sayı:15, s.66.
[6] Cephanecigil'in sanat ve mimarlık tarihi yazımı için başka bir yerde bir önceki dönem için yaptığı şu saptama, incelenen dönemde dergide yer alan metinler için de geçerlidir: "Yerleşmiş bir mimarlık kuramı ya da sanat tarihi geleneği bulunmadığından, erken evrelerindeki disiplin oldukça donanımsız ve etkilenmelere açıktır": Cephanecigil, Gül, 2009, “Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Mimarlık Tarihi İlgisi ve Türk Eksenli Milliyetçilik (1873-1930)”, yayımlanmamış doktora tezi, İTÜ FBE, İstanbul.
[7] Aynı yıl Ernst Egli Mimarlık Şubesi’nin başına getirilir; kısa süre sonra Osmanlı canladırmacılığının iki önemli ismi Mongeri ve Vedat Bey sırasıyla 1928 ve 1930 yıllarında Akademi’den istifa ederler.
[8] Bozdoğan, Sibel, 2015, Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiye’sinde Mimari Kültür, Metis Yayınları, İstanbul.
[9] Celal, B. O., 1932a, “San’at”, Mimar, sayı:15, s.80.
[10] Ziya, Abdullah, 1932, “Yeni Sanat”, Mimar, sayı:16, ss.97-98.
[11] Ziya, 1932, s.97.
[12] 27 Ocak 1687 tarihinde Fransız Akademisi toplantısında okunan Charles Perrault’nun “Büyük Louis’nin Asrı” adlı şiirinde bahsi geçen bölüm şöyledir: “Güzel antikçağ hep saygıdeğer olmuştur; / Ama ona öyle tapmaya gerek falan yoktur. / Eskilere bakıyorum önlerinde diz çökmeden, / Büyüklerimi saymak tamam, ama onlar da insan; / Haksızlık yapmış sayılmayızbana kalırsa, / LOUIS’nin çağını Augustus’unkiyle karşılaştırırsam.” Türkçe çevirisi şu kitaptan alınmıştır: Yılmaz, Levent, 2004, Modern Zamanın Tarihi, Metis Yayınları, İstanbul.
[13] Yılmaz, 2004.
[14] Tanyeli, Uğur, 1999 “Türkiye’de Modernleşme ve Vernaküler Mimari Gelenek: Bir Cumhuriyet Dönemi İkilemi”, Bilanço, 1923-1998, (ed.) Zeynep Rona, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
[15] Celal, B. O., 1932b, “Mimar Kelük bin Aptullah”, Mimar, sayı:18, ss.181-182.
[16] Celal, B. O., 1933a, “Türk Sanatı”, Mimar, sayı:31, ss.219-220.
[17] Celal, B. O., 1933b, “Büyük İnkılâp Önünde Milli Mimari Meselesi”, Mimar, sayı:30, ss.163-164.
[18] Behçet; Bedrettin, 1933, “Mimarlıkta İnkılâp”, Mimar, sayı:32, ss.245-247.
[19] Bozdoğan, 2015.
Bu icerik 2772 defa görüntülenmiştir.