423
OCAK-ŞUBAT 2022
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Sunuş
    Editörler: T. Elvan Altan, Nurbin Paker Kahvecioğlu

  • Müşterekleşme Mekânları
    Pelin Tan, Prof. Dr., Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi; Misafir Araştırmacı, Thessaly Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

YAYINLAR



KÜNYE
BİENAL

Venedik Bienali Üzerine Bir Değerlendirme

Mesut Dinler, Dr. Öğretim Üyesi, Politecnico di Torino

 

“Beraber nasıl yaşayacağız?” sorusunu tema olarak belirleyen ve MIT Mimarlık ve Planlama Bölümü Dekanı Prof. Hashim Sarkis’in küratörlüğünde düzenlenen Venedik Bienali, pandemi sebebiyle bir yıl gecikmeli olarak açıldı. Ancak sergide yer alan işlerin içerikleri ve ulusal pavyonların yaklaşımları dikkate alındığında, bienalin teması pandemiden bir yıl sonra daha da anlamlı hale geliyor. Her ne kadar “Beraber nasıl yaşayacağız?” sorusu ilk başta insan odaklı politik ve sosyo-kültürel bir tartışmaya işaret ediyor gibi gözükse de pandemi süreciyle bu tartışmanın insan-dışı varlıklarla beraber yaşama pratiklerini de kapsamak zorunda olduğunu gördük (“Virüs ile nasıl yaşanır?”, “Maske ile nasıl yaşanır?”, “İki metre mesafe ile nasıl yaşanır?”, “Belirsizlik ile nasıl yaşanır? gibi).

Venedik Bienali, sorduğu soruyu irdeleyen seçilmiş işleri beş ölçek altında topluyor: Farklı varlıklar arasında (among diverse beings), konutların yeni sakinleri olarak (as new householders), oluşmakta olan topluluklar olarak (as emerging communities), sınırların karşı tarafında (across borders), tek bir gezegen olarak (as one planet). Bienal, bu beş ölçek altında moleküler ölçekten gezegenler arası uzay ölçeğine kadar beraber yaşama pratiklerine dair yoğun ve kavramsal bir sergi sunuyor. Bienal ile ilgili uluslararası medyada çıkan değerlendirmelerde de sunulan işlerin kavramsal ağırlıklarının vurgulandığını gözlemlemek mümkün. Ülke pavyonları ise Sarkis tarafından değil, her ülkenin kendisi tarafından kürate edilen sergilerle bienalde yer alıyor. (Resim 1, 2)

Bienalde, hem Sarkis’in tema olarak seçtiği soru cümlesinin açıklığı hem de beş ölçeğin neredeyse her şeyi kapsamı içine alması, bir kapsamın olmaması gibi bir riski de doğurabilirdi. Ancak Sarkis kurduğu seçki ile mimarlığı, dünyamızın dehşet verici halini irdelemek ve çözüm üretmek için bir yere konumlandırmak istiyor.[1] Yazının devamında daha detaylı irdeleneceği gibi, Sarkis’in seçkisi ile ülke pavyonları arasında ortak temalar olmasına rağmen yaklaşım açısından çok net farklılık gözlemlemek mümkün. Örneğin insan ve çevre etkileşimi, iklim krizi, konut sorunu gibi ortak temalara rağmen, kavramsal yaklaşımlardaki farklılıklar dikkat çekici. Sarkis tarafından seçilen işler arasında, bienal tarafından tanımlanan “ölçek” ortaklığı dışında da ortak yaklaşımları tanımlamak mümkün. Örneğin bazı işler mimari tasarımın dünya sorunlarına cevap vereceğine dair kuvvetli bir inançla Sarkis’in sorusuna cevap ararken, skalanın diğer ucunda biyolojik faktörlerle gelişen mekân üretme ve deneyimleme pratikleri yer alıyor. İşlerin çoğunluğu ise sorunun cevabını mimarlığın biyoloji, kimya, uzay bilimleri gibi başka bilgi alanları ile kesiştiği yerlerde arıyor.

“Farklı varlıklar arasında” ölçeği altındaki işler, insanların hem birbirleriyle hem de çevre ile yaşarken gerçekleşen ve gerçekleşecek dönüşümlerle ilgili. Örneğin Avusturyalı ofis MAEID tarafından tasarlanan Magic Queen, yapay zeka ile bahçecilik işlevi gören bir makine önerisi sunuyor. Tavandan sarkan robotik bir kol, bienalin başından itibaren üç ay boyunca zemine inşa edilen üç boyutlu yazıcı üretimi yüzey üzerinde yetişen mantar ve bitkilerin bakımını yapıyor. (Resim 3) Kanada’dan Philip Beesley’in yerleştirmesi Grove ise tüylerden oluşturulmuş bir üst örtü altında yerleştirilen çok boyutlu bir ses sistemi ve yerleştirmenin ortasında yer alan bir video sayesinde duyusal deneyimlerin ortaklığı ile gerçekleştirilen bir toplumsal birliktelik örneği sunuyor. Grove toplumsal bir sözleşmenin olmadığı, duyusal deneyimlerden doğan bir beraberlikten bahsederken, Amerika’dan Allan Wexler ve Ellen Wexler’in Social Contracts: Choreographing Interactions ile bir yemek masasında bile var olan toplumsal sözleşmelerin kırılganlığını sorgulatmaya çalışıyor. Bırakın beraber yaşamayı, bir masanın başına oturmanın bile ne kadar performatif bir eylem olduğuna dikkat çekiyor. Bir masa başında oturmak başka işlerde de tekrar eden bir tema. Örneğin Refuge for Resurgence, insanın sebep olduğu iklim krizinin sonrasını tahayyül ederek insanlar, hayvanlar, bitkiler arasında bir yaşamın getireceği beraber yaşama sözleşmesini yine bir yemek masası ile temsil ediyor. (Resim 4)

“Farklı varlıklar arasında” ölçeğinde, beraber yaşama sorununa kavramsal bir pencereden bakan işler çoğunluktayken diğer ölçeklerde daha pratik cevaplar sunan yerleştirmeler de bulunmakta. Örneğin, “konutların yeni sakinleri olarak” ölçeğinde, Peru’dan Alexia Leon ve Lucho Marcial’ın Interwoven işi, malzeme ve konstrüksiyon odaklı bir bakış sunuyor; tek boy ahşap bloklar ve bu ahşap blokların hane kullanıcıları tarafından döndürülmesiyle oluşacak farklı saydamlık dereceleri ve farklı ilişkilenmeler öneriyor. (Resim 5) Bu işin biraz ötesinde ise üç boyutlu yazıcı ile 1:1 ölçekte üretilmiş bir ev prototipi bulmak mümkün. (Resim 6) Evin Domino House ile olan benzerliği, 21. yüzyılda “yaşamak için makine”nin nasıl tasarlanıp üretilmesi gerektiğine dair esprili bir yaklaşım olarak okunabilir. Ancak beraber yaşama yollarını ararken konut sorununu merkeze alan ve çok daha katmanlı yaklaşımlar sergileyen başka projeleri, aşağıda da bahsedileceği gibi, özellikle ülke pavyonlarında bulmak mümkün.

Beyrut’ta Ağustos 2020’deki liman patlamasına yakın bir konumda yer alan ve yakın zamanda tamamlanan Stone Garden (mimarı: Lina Ghotmeth) binasının modeli ve yapım süreci ise mimarlığın toplumsal dirençliliğe katkısını gösteren bir örnek olarak sunuluyor. “Oluşmakta olan topluluklar olarak” ölçeğinde ise bölgesel ölçekte yapılaşmalar dikkat çekiyor. Bu ölçeğin en çarpıcı işlerinden bir tanesi de SOM’in European Space Agency ile çalışarak ürettikleri ayda yaşam için altyapı ve konut yapılarını da içeren yerleşim önerileri. (Resim 7)

Ülke pavyonlarındaki işlerin çeşitliliğine bakıldığındaysa, bir arada bir gelecek tahayyülüne dair daha farklı ve daha zengin tartışmalar ortaya çıkıyor. Tek bir küratör tarafından seçilmiş olmamalarına ve her biri farklı bir sosyo-politik coğrafi bağlamdan gelmiş olmalarına rağmen, Sarkis’in seçkisinde öne çıkmayan, hatta göz ardı edilen bir tema ülke pavyonlarında özellikle vurgulanıyor. “Kültürel miras” olarak özetleyebileceğim bu tema, geleceğe dair beraber ilerlerken insanoğlunun geçmişten gelen deneyimlerinden öğrendiği / öğrenebilecekleri bilgi ve birikim üzerine inşa edilen bir beraber yaşama ihtimalini tartışıyor. Örneğin Uruguay pavyonu, yakın zamanda bir yarışma ile elde edilen ve Montevideo’da bir kamusal alana yerleştirilen Black Table anıtından yola çıkıyor. Black Table yakın geçmişle yüzleşme amacı taşıyan bir anıtken, Venedik’te sergilenen White Table katılımcıları bir masa etrafında toplanarak iletişime geçmeye çağırıyor. Beraber yaşamanın yolunu geçmişe dair bir eleştirel bakış geliştirmek ve iletişim kurmak üzerinden geçiriyor.[2] (Resim 8) Yukarıda bahsedilen “masa başında bir araya gelmek” temalı işlerin yanına Uruguay’ın Proxiamamente işini de eklemek mümkün.

Ülke pavyonlarında kültürel miras konusunda en ilginç yaklaşımlardan bir tanesi de Japonya Ulusal Pavyonu’ndaki[3] Co-ownership of Action: Trajectories of Elements işi. Japonya’da geleneksel bir ahşap evin atomize ederek sergilendiği iş, yapının her minik parçasında saklı olan tarihi ev yaşayanlarının kişisel tarihi ile ilişkilendirerek sergiliyor. Pavyonun üst katında yapının tüm parçaları sergilenirken, alt katta yaratılan atölyede ise ahşap parçalar tekrar üretiliyor ve böylelikle Japonya’daki bir yapının tarihsel tüm bilgisi Venedik’te moleküllerine ayrılarak ortaya çıkarılıyor ve tekrar üretilerek yaşamaya devam ediyor. (Resim 9)

Giardini’deki pavyonlardan en etkileyicisi, Kopenhag merkezli Lundgaard & Tranberg Architects’in tasarımı, Marianne Krogh'un küratörlüğünü yaptığı Danimarka pavyonu.[4] Con-nect-ed-ness teması ile kurgulanan proje hem pavyonun mekânlarını hem de pavyon ile çevresini “su” ve suyun akışkan formlarıyla birbirine bağlıyor. Suyun dışarıdan içeriye gelmesi, yağmur olarak yağması, bir mekândan diğerine şelaleler oluşturarak akması, buharlaşarak dolaşması, bir yandan her şeyin birbirine bağlanmasını sağlıyor bir yandan da suyun hayatın merkezindeki konumuna dikkat çekiyor. Bunu Venedik gibi bir şehirde yapması ise farklı coğrafyalar arasında bir bağ daha kurmasını sağlıyor. (Resim 10)

Pandemi sebebiyle bir yıl geç açılmasına rağmen, bienalin Sarkis tarafından seçilen işlerinde pandeminin mimarlığa ve beraber yaşamaya getirdikleri / götürdükleri konusunda ne söylendiği ile ilgili bir çıkarım yapmak mümkün değil. Ülke pavyonlarında ise bu durum tam tersi; pandeminin etkisi çok keskin bir şekilde görülüyor. Avusturalya pavyonu sergiye katılmazken, Kanada pavyonu cepheye serdiği bir yeşil perde ve perdenin bitişiğindeki bir QR kod ile yeşil perde önünde değişik arka fonlarla fotoğraf çekmeye izin veriyor. İçeriğini pandemi ile şekillendiren ülkeler içerisinde belki de en ilginç olanı Almanya pavyonu. Richard Neutra tasarımı olan pavyon yapısı tamamen boş olarak sergilenirken, her odaya yerleştirilmiş bir QR kod ile 2038 yılında dünyamızı kurgulayan bir oyun aracılığıyla tüm sergiyi çevrimiçi olarak sunuyor.[5]

Ülke pavyonları ile Sarkis’in seçtiği işler arasındaki bazı ortaklıklar da gözlemlemek mümkün. Bu ortaklık en çok mimar figürüne ve mimari tasarıma atfedilen güç ve önemde ortaya çıkıyor. Örneğin İtalya pavyonu, iklim krizinden pandemi sonrası ayakta kalmaya, sürdürülebilirliğe, göçmen krizine kadar birçok konuda mimari tasarımın bir çözüm olacağını öneriyor ve sergide de mimari projelerden örnekler sunuyor. Buna rağmen ülke pavyonlarının çoğunluğunda tasarlanandan ziyade deneyimlenen mimarlık ve bu deneyimlemenin tarihsel, yerel, toplumsal boyutu ön plana çıkıyor.

Aslında 19. yüzyıldan bu yana, uluslararası sergiler, ülkelerin kendi değerlerini, gelişimlerini, bakış açılarını aktarabildiği, hatta birbirleriyle yarışabildikleri bir arena işlevi de görürler. Bu yüzden de kendi tarihlerini ve kültürel miraslarını sunarak tanıtım yapmaları çok da alışılmadık değil. Ancak Venedik Bienali’nde bundan daha farklı bir durumu gözlemlemek mümkün. Çoğu ülke pavyonu bugünü anlamanın ve ortak bir geleceğe adım atmanın yolunu, geçmişten günümüze gelen toplumsal pratiklerin mimari olarak irdelenmesi, eleştirilmesi ve yorumlanması üzerine inşa ediyor. Bu durumu en iyi İngiltere pavyonunda gözlemlemek mümkün: Günümüz İngiltere’sinin kültürel kodlarını irdeleyerek (örneğin çok dinli ve çok kültürlü bir toplum olmak, pub kültürü, para ile kurulan ilişki gibi) bu kodların geleceğe nasıl taşınabileceğini inceliyor.

Side by Side işi ile Han Tümertekin, bu bakış açısını çok minimal bir tasarımla daha da katmanlaştırıyor ve benzer kodların farklı coğrafyalarda tekrar etmesi üzerine bir iş sunuyor. Arsenale’nin açık alanında suya doğru uzanan bir amfi inşa ederek bir yandan su ve karanın kesiştiği her yerde tekrar eden pratikleri ortaya çıkarıyor bir yandan da tarihsel süreçlerle farklılaşan bu pratikleri bir coğrafyadan başka coğrafyaya aktarmayı amaçlıyor.

Sarkis’in seçkisi ile ülke pavyonları arasındaki belirgin farklı tutuma rağmen, güçlü bir tema bu iki farklı sergiyi ortaklaştırıyor: geçicilik ve / veya yok oluş. Lorean Beijaert ve Arna Mackic’in yerleştirmesi olan City to Dust bu temayı örnekleyen en iyi işlerden. Bienalin açılışında yere işlenmiş ve tüm odayı kaplayan kusursuz bir Venedik haritası, ziyaretçilerin üzerinde yürümesi ile giderek kırılmaya ve ufalanmaya başlıyor. Bienal bitmeye yaklaşırken haritada da yavaş yavaş siliniyor. (Resim 11) Aslında Venedik’in nasıl da güzellik ve geçicilik duygusunu aynı anda çağrıştırdığını -belki şehirde dolaşmanın başlı başına bir rüya görmeye benzemesi yüzünden, belki de suya inşa edilen bu zengin şehrin inşa edildiği günden bugüne yok olma tehlikesi altında olması yüzünden- hissetmek mümkündür. Venedik’te Ölüm’ü okumuş ve / veya izlemiş[6] her insan için, özellikle de dünyamızın mevcut hali göz önüne alındığında, bu geçicilik hissi daha da kuvvetli bir hal alıyor.

Venedik Bienali’nde Sarkis hem dünyanın güncel durumuna dair kuvvetli bir alarm veriyor hem de mimarlığın bu durum karşısında bir şey yapması gerektiğinin altını çizen bir manifesto sunuyor. Ancak tam olarak ne yapmak gerektiği ile ilgili bir şey söylemezken, kim tarafından ve kim için bir şeyler yapılması gerektiği konusunda da net söylemlerden kaçınıyor. Ülke pavyonları ise aynı sorulara dair farklı ve önemli bir bakış açısı ekliyorlar. Nasıl bir arada yaşayacağımızın yollarını ararken geçmişe bakarak bugüne kadar neden ne birbirimizle ne de doğayla beraber yaşayamadığımızın sebeplerini bulmaya ve gözden kaçırdığımız beraber yaşama ihtimallerini ortaya çıkarmaya odaklanıyorlar.

NOTLAR

[1] Dünyanın günümüzdeki halini dehşet verici olarak tanımlamamın nedeni sadece pandemi süreci değil (hem 2019’un “evde kal” kampanyası ile deneyimlenen pandemi süreci hem de 2020’den günümüze uzanan daha “yumuşak”’ bir açılma / kapanma kararsızlığı ile geçen süreç), iklim krizleri (dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan önlenemeyen yangınlar, seller, kuraklık, sıcak hava dalgaları, vs.), giderek artan ırk, cinsiyet, sınıf farkları, göçmen krizi, savaşlar, ve dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan otokratik hükümetlerdir. Bienal, tüm bu sorunların kaynağında ve çözümlemesinde mimarlığın yerini bulmaya odaklanıyor.

[2] Kendi geçmişlerini irdeleyerek ve bu geçmişten izler bularak “Nasıl Beraber Yaşayacağız?” sorusuna cevap arayan işleri Yunanistan ve Brezilya pavyonlarında da görmek mümkün. Rusya pavyonu ise kendi pavyon binasının restorasyonuna odaklanan bir sergi ve buna eşlik eden dijital işler sunuyor.

[3] https://www.vba2020.jp/ [Erişim: 20.12.2021]

[4] https://dac.dk/udstillinger/the-venice-biennale-2021-con-nec-ted-ness/ [Erişim: 20.12.2021]

[5] https://2038.xyz/ [Erişim: 20.12.2021]

[6] Hem Thomas Mann’ın kitabı hem de Luchino Visconti’nin kitaptan uyarlama filmi güzellik, geçicilik ve ölüm korkusu ile ilgili başyapıtlardır. Venedik’in sunduğu arka plan, hem kitapta hem de filmde (her ne kadar olayların geçtiği otel Lido adasında olsa da) bu temalar için görsel bir dayanak sunar.

Bu icerik 1002 defa görüntülenmiştir.