429
OCAK-ŞUBAT 2023
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU

Bilanço 100: Yapılı Çevre ve “Cumhuriyet”

Bülent Batuman, Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü Başkanı

Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıldönümünü karşılamaya hazırlanırken başlattığımız “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Doğru” başlığı her sayıda çeşitli disiplinlerden isimleri bir araya getirecek, derginin 433. Eylül-Ekim 2023 sayısında ise bir dosya yer alacak. Bölümün ilk yazısını kaleme alan yazar, “yapılı çevre ile cumhuriyet arasındaki ilişkiyi ele alırken yapılı çevrenin cumhuriyet kavramı çerçevesinde yüz yıllık siyasal deneyimi, ve yapılı çevre ile cumhuriyet arasındaki bu ilişkinin bilgisi, bir başka deyişle cumhuriyetin yapılı çevresinin tarih yazımı” üzerinden yüz yıllık bilanço ile Cumhuriyetin yol haritasını değerlendiriyor.

 

Yıl dönümleri bitmiş dönemleri işaretler; daha doğrusu devam eden süreçleri dönemler halinde düşünmeyi mümkün kılar. Bu da, geçmişle gelecek arasında durup düşünmeye imkan veren (kurgusal) bir gözlem noktasında konumlanmaya ve buradan geriye dönük değerlendirme yapmaya fırsat verir. Bu düşünme biçiminde geriye dönük değerlendirmeler bugüne ve yarına bağımlıdır; zira gerçekten bitmiş bir dönemin muhasebesi değildir söz konusu olan. Daha çok bugüne dair memnuniyetsizliklerin ve geleceğe dair kaygıların merceğinden bakılır geriye, bugüne ve yarına dair daha derin bir kavrayış sağlayacağı inancıyla. Öyleyse, bu retrospektif düşünüş biçimine bir anlamda nostaljinin baş aşağı çevrilmiş hali diyebiliriz. Her iki bakış açısı da geçmişle ilgilenir; nostaljide geçmişe özlem duyulur, retrospektif bakışta ise odak gelecektedir. İlkinde geçmiş yüceltilirken, ikincide bugüne kurgusal bir anlam -bir kırılma noktası olma niteliği- atfedilir. Bu durumda, yıl dönümleri vesilesiyle retrospektif okumalar yapmanın iki boyutu olduğunu ileri sürebiliriz. Bunlardan ilki geçmişten geleceğe bir süreklilik içinde eylem üretmeye yönelik itki; diğeri ise, geçmişi okumaya dönük bir eğilim. Siyaset ve tarih (yazımı) yani.

Ne olursa olsun, yüzyıl (ya da yüz yıl) gibi bir dönüm noktasının dönemleme açısından cazibesini inkar etmek olanaksız. Nitekim, Cumhuriyet’in kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2023, çeşitli alanlarda geçtiğimiz yüz yılın değerlendirildiği yayınlar, dergi özel sayıları, derleme kitaplar, konferanslar, panel, sempozyum ve benzeri etkinlikler açısından kayda değer bir üretime sahne olacak. Mimarlık dergisi de, Mimarlar Odası’nın 48. Dönem Çalışma Programının omurgası olarak kurgulanan “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Doğru” üst başlığı çerçevesinde tüm yılın sayılarını böylesi bir yaklaşımla içeriklendiriyor. 2023 yılı içerisinde çıkacak sayılar, cumhuriyet, kent ve mimarlık üzerine, süreklilik içerisinde tasarlanan temaları ele alan yazıları ve Eylül-Ekim sayısında yer alacak bir dosyayı içerecek. Bu kurgu içerisinde bu yazı, ileriki sayılarda yer alacak tartışmalara bir giriş niyetiyle kaleme alındı. Bu kısa yazıda amaçladığım şey, yapılı çevre ile cumhuriyet arasındaki ilişkiyi ele alırken yukarıda işaret ettiğim iki başlığa dikkat etmek gerektiğini göstermek: yapılı çevrenin cumhuriyet kavramı çerçevesinde yüz yıllık siyasal deneyimi, ve yapılı çevre ile cumhuriyet arasındaki bu ilişkinin bilgisi, bir başka deyişle cumhuriyetin yapılı çevresinin tarih yazımı.

“Cumhuriyet” / “cumhuriyet”

Başlangıç olarak “Cumhuriyet ile cumhuriyet” arasında bir ayrım yapmak gerektiğini ileri sürmek istiyorum. “Cumhuriyet” (büyük harfle) dediğimde özgül bir tarihsel olgu olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni, “cumhuriyet” dediğimde ise genel bir siyasal kategori olarak cumhuriyeti kastediyorum. Bu ayrım ilk bakışta önemsiz görünse de aslında yapacağım tartışma açısında oldukça kritik. Dahası, bu ayrım genellikle ihmal edip farkında olmadan üzerinden atladığımız, iki terimi birbiriyle eş anlamlıymış gibi ele aldığımız bir kör noktaya işaret ediyor. Böyle olunca mesele bir yazım farklılığı, hatta yazım hatası haline geliyor. Nitekim şimdiye kadar bu terimleri kullandığım yazıların hemen hepsinde editör marifetiyle bu anlam ayrımı bozulmaya uğradı. Bazen dilbilgisi kaygısı, bazen de “Cumhuriyeti koruma içgüdüsü” ile benim kullandığım “cumhuriyet”ler basılı versiyonlarda “Cumhuriyet”e dönüştü. Oysa “Cumhuriyet”ten bahsederken bile “cumhuriyet”e değinmek, Cumhuriyet’in özgüllüklerini tartışabilmek için elzem.

Kategorik olarak bakıldığında cumhuriyet, en basit tanımıyla monarşi olmayandır. Bu çerçevede bugünün dünyasında birbirinden çok farklı rejimlere sahip cumhuriyetler mevcut. Bu anlamda cumhuriyet ile (yine kategorik olarak) demokrasi arasında doğrudan bir koşutluk ilişkisi de bulunmaz (Örneğin, İran İslam Cumhuriyeti). Buna karşılık, siyaset felsefesi açısından, antik dönemden Aydınlanma’ya kadar cumhuriyet bir ideal olarak kavranmış ve tartışılmıştır. Böyle ele alındığında ise cumhuriyet, koşutluk bir yana, demokrasi ile gerilimli bir ilişki içerisindedir. Örneğin Platon için cumhuriyet, yozlaşma eğilimi ile malul bir biçim olan demokrasinin antitezidir ve ideal bir toplumsal düzenin otoriter yöntemlerle sürdürülmesini ifade eder. Burada cumhuriyet ile demokrasi arasında kurulan karşıtlık, kamu yararı ile bireysel özgürlük arasındaki gerilimin uzlaşmaz bir zıtlık olarak kavranması ve ikisinden birinin (Platon için ilkinin) öncelenmesi sonucu ortaya çıkar.

CUMHURİYET VE YAPILI ÇEVRE

Türkiye’nin geçen yüz yılına bakıldığında hem “Cumhuriyet’in kentlerinden hem de kentlerin Cumhuriyeti’nden” söz etmek mümkündür. Öncelikle kentler Cumhuriyet’in modernleşme projesinin nirengi noktaları olmuştur. Hepimizin bildiği gibi, her kent değişen ölçülerde Cumhuriyet’in kalkınmacı müdahaleleri ile şekillenmiştir. Ama aynı zamanda bu ilişkinin tek yönlü olmadığını da görmek gerekiyor. Zira sonuna geldiğimiz yüz yıllık dönem, toplumsal dinamiklerin hemen her boyutuna damga vuran, yoğun bir kentleşme sürecine tanık oldu. Bu anlamda da Cumhuriyet’in ilk yüz yılı, kentlerin belirlediği bir dönem oldu. Burada asıl soru, “cumhuriyet”i özelden genele, olgudan kavrama kaydırırsak ne öğrenebiliriz, sorusudur. Gerçekten de bu yüz yılda ortaya çıkan ve dönüşen “kentlerin cumhuriyeti” ne mene bir cumhuriyetti?

Bu sorunun detaylı yanıtını tartışmak için bu yazı yetersiz kalacaktır. Ancak kısa bir cevap verecek olursak örneğin popülist bir cumhuriyet olduğunu söylemek mümkün. Bu yüz yıllık süreçte hem toplumsal zenginliğin -özellikle yaygın biçimde tabanda bölüşülen kısmının- önemli bölümü yapılı çevre dolayımıyla üretildi ve dağıtıldı. Bu da cumhuriyet kavramıyla birlikte düşünüldüğünde aslında çarpıcı bir zıtlığa işaret ediyor. Yukarıda değindiğim gibi cumhuriyet, bireylerin (en kaba anlamıyla) demokratik haklarının kamu yararı uğruna ve kamu otoritesince sınırlanması üzerinde temellenir. Oysa bu zenginlik üretimi ve bölüşümü, kamu yararını dışlayan, formel mekânsal biçimlerle enformel mekânsal örüntüleri birbirine eklemleyen popülist mekanizmalarla gerçekleşti. Yani kentlerin (yeniden) üretimi, cumhuriyeti de popülist bir biçimde üretti. Bu üretimin salt ekonomik olmadığı, siyasal ve kültürel yönleriyle de toplumsal formasyonu biçimlendirdiği açık.

Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli açılardan yeterince demokratik olmadığı, devletin özgürlükleri sınırladığı, ve birçok alanda tekçi bir modernleşme anlayışını hayata geçirdiği çokça söylendi. Kuşkusuz bu tespitler doğru da. Ancak bu tespitleri yukarıda çok kısaca resmettiğim popülizm olgusu ile birlikte düşünmek gerekli. Zira şimdiye dek Cumhuriyet’in otoriter niteliği ile kentleşme sürecinin popülist karakteri birbirinin bütünleyeni olarak düşünülmedi pek. Cumhuriyet’i devletin yegane özne olduğu monolitik ve sabit bir proje olarak görmek yerine, cumhuriyeti çoklu aktörlerin etkileşimi ile şekillenmiş olumsal bir süreç olarak görmek gerekiyor. Ancak böyle baktığımızda, sadece yukarıdan aşağı bir dayatmayla devletin inşa ettiği değil, yüz yılda yatayda ilişkilerle de toplumca ürettiğimiz cumhuriyetin nasıl bir cumhuriyet olduğu sorusunu sorabiliriz. Ve bu sorgulama, ilk bakışta birbiriyle çelişkili görünen otoriter devlet ve popülist toplumsal formasyon birlikteliğinin cumhuriyet kavramıyla ilişkisini anlamamıza hizmet edebilir. Bu da, ikinci yüzyılın yapılı çevresinin biçimlenişi için politik kavrayışımızı gözden geçirmemize katkı sağlayabilir.

YAPILI ÇEVRENİN CUMHURİYET TARİHİ

Benzer şekilde yapılı çevre ile Cumhuriyet’in ilişkisine dair tarih yazımını da ekseni Cumhuriyet’ten cumhuriyete kaydırarak ele almanın anlamlı olacağını düşünüyorum. Yüz yıllık mimarlık tarihi yazımına (yani mimarlık tarihinin yüz yıllık tarihine) bakacak olursak, ilk aşamada gördüğümüz, sorgusuz biçimde benimsenen ve betimlenen bir modernleşme anlatısıdır. Uzun bir süre, imparatorluğun çöküş travması üzerine inşa edilen ve bir anlamda “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” (bilinçaltı) şiarıyla meşrulaşan bu anlatı ancak 90’larda, “İkinci Cumhuriyet” tartışmalarıyla hakimiyetini yitirmeye başladı. Postkolonyal eleştirinin beslediği bu yeni bakış açısı ilk defa yapılı çevrenin siyasal boyutlarını nitelikli ve verimli bir araştırma alanı haline getirdi. Ancak bu sorgulamada eksen ulus-inşası paradigması idi ve tüm eleştirel gücüne karşılık bu paradigma devletin rolünü ve kaçınılmaz bir özgüllük halesi kazanan Cumhuriyet’in tarihsel otoritesini (negatif biçimde resmedilse de) pekiştirdi. Postkolonyal eleştirinin başka coğrafyalarda doğurduğu aşağıdan yukarı tarih yazımı, Türkiye’de gelişmedi.

Bugün bulunduğumuz noktada ise bu yüz yıllık sürece sadece “Cumhuriyet”in tarihi olarak değil, bir “cumhuriyet tarihi” olarak da bakmak önemli görünüyor. Burada yapmaya çalıştığım vurgu -Cumhuriyet ile cumhuriyet arasında yapmaya özen gösterdiğim ayrımdan hareketle- geçen yüz yıllık süreci olumsal ve çok boyutlu bir toplumsal inşa süreci olarak görmek yönünde bir çağrı. Bir başka ifadeyle, tarih yazımı açısından cumhuriyeti analitik bir kavram -bir analiz aracı- olarak kullanmak.

*****

2023 gerçekten de tarihsel bir kırılma anını temsil ediyor. Cumhuriyet’in birinci yüz yılının sonunu işaretlemesi açısından değil, bu yıl içinde gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine tanıklık edecek olması bakımından. Bu çakışmanın ironisi, aslında burada kısaca yapmaya çalıştığım (küçük harfli) cumhuriyet tartışması açısından çok önemli bir noktayı açığa çıkarıyor. Paradoksal bir biçimde yüzüncü yıl, yani yüz yıllık dönemin sonu, müthiş bir çöküşü, bir yıkıntıyı işaret ediyor görünürken, aynı kavşak her şeye rağmen yaklaşan seçimlerin sonrasına dair bir umudu da barındırıyor. İşte tam da bu umudu cumhuriyetin -bir ideal olarak cumhuriyetin- bir ürünü olarak düşünmek gerek.

Cumhuriyeti küçük harfle yazdığımızda hem analitik bir araç hem de siyasal bir ideal elde etmiş oluyoruz. Yukarıda göstermeye çalıştığım gibi, analitik bir araç olarak cumhuriyet, toplumsal formasyona dair analizlerimizi zenginleştirme potansiyeli barındırıyor. Bir ideal olarak cumhuriyet ise, salt kamuya dair bir vurguyu (res publica) değil, Aydınlanma ile kazandığı “toplumsal sözleşme” boyutunu ve 19. yüzyıldan bu yana üstlendiği insan özgürleşiminin meşakkatli patikası olma niteliğini de barındırıyor. Eğer bugün çıkarmaya niyetlendiğimiz bilanço, sadece Cumhuriyet’in yüzyılını betimlemeye değil de devam etmekte olan bir süreç olarak cumhuriyetin niteliklerini anlamaya dönük bir girişim olursa anlamlı olacaktır. Hem bu sürecin tarihsel özgüllüklerini hem de bir siyasal ideal olarak cumhuriyeti göz önünde tutacak bir değerlendirmenin ardından, yeni bir yüzyıl için yeni bir inşa süreci, cumhuriyetin biriktirdikleri ve biriktiremedikleri açısından ele alınarak bir yol haritasına kavuşturulabilir.

Bu icerik 545 defa görüntülenmiştir.